2011 Dilekleri :)

Her sene, eksilen bişi daha hayatımızdan belki ama yine de güzellikleriyle gidiyor ve yepyeni bir seneyle, iyisiyle kötüsüyle geri geliyor. Bir kere daha, bir kere daha yaşayalım diye. Sanki yeni bir şans gibi. Sanki hep o umudumuzu sürdürelim diye, yaşamaktan hiç vazgeçmeyelim diye.

Umarım bu yıl karşınıza çıkacak güzel insanlarla, sevdiceklerinizle, ailenizle birlikte musmutlu geçer.. Yeni yılın her gününü, her saatini, her dakikasını, her an'ını dolu dolu, neşeyle, huzurla, sevgiyle geçirmeniz dileğiyle..

U-Mutlu Yıllar !! :)


Bunu dedi ( 3 ) kişi

Küçük Bi Doğumgünü Hediyesi :)

hepi börtü püsüsü !
Evet, fatoş'un da dediği gibi, görüşüp geldim ! Ama bu önemli görüşme, hala bu yazının konusu değil. Bu yalnızca bi doğumgünü yazısı. Dün gece kendi derdime düşüp stresten yazmayı unuttuğum yazı.. Bana hiç güvenilmez demek ki :p

Saykik'im bugün doğmuş da, 22 yaşında kocaman bi çocuk olmuş :) biraz acıklı aslında pek çok şey. Ama bugün yuforik® o, o yüzden de, şimdilik sadece küçücük hediyesini vereceğim sizin de gözlerinizin önünde. Başlangıç seviyesinde mızıka çalan biri olarak, ilk defa bir şarkıyı sana hediye ediyorum, sevgili "J'm ! İyi ki doğmuşsun. Hayallerindeki pasta, hayallerindeki hediyelerle birlikte, bugün seni bulur umarım :)



Nice musmutlu yıllara :* oyh..


Bunu dedi ( 3 ) kişi

Aralık Sonu Ama Yepyeni Başlangıçlar

Dün yine yazı yazmayarak sözümü bi kere daha tutmadım. Anladım ki bana güvenilmez yafu.. Ama bugün benim doğumgünüm, bi ayrıcalığım olsun ama di mi? :) beisa'nın da bugün görüşmeleri olması nedeniyle, imdadıma o da yetişemedi. (Görüşme de nedir diye sormayın, detaylı olarak bunu anlatmasını bekliyorum sonraki yazıların birinde.) Sonuç olarak, bugün de öksüz kalmasın diye, hemen bir şeyler yazıp kaçayım dedim. Bu da hayallerimdeki pasta, rüyamda falan yerim belki. :)

Sevgiyle, öpücükler..

Edit Büdüt: Yarın yeni yıl yazımla geri döneyim. :)


Bunu dedi ( 1 ) kişi

İyi ki Bi Ehliyet Alalım Dedik

Bugün çok fena bi gündü ya. Aslında şanslı bi günümdü de ama yine de bi yerden sonra çekilmez olabiliyor. Yılbaşında 374235 tane profiterol yapıp şeker komasına girme planlarımdan sonra, "sabah kalkayım da emniyet müdürlüğüne gidip, bi zahmet ehliyetimi alayım" dedim. Ama bu emniyet müdürlüğü, öyle iğne atsan yere düşmez bi yermiş ki, müdürlüğün dışarısında bulunan, devasa alışveriş merkezlerinin otoparkları gibi olan otoparklarında arabayı koyacak yer bulamadıktan sonra, müdürlüğün kapısına geldiğimde, şöyle bir baktım ve bi an ama bi an içimde acayip bir ürperti oldu. İnanılmazdı çünkü içerde o kadar çok insan vardı ki, dedim "bugün emniyet müdürlüğünde yılbaşı partisi falan yapılıyor sanırım". Gerçi hiç kimse eğleniyor gözükmüyordu, hiç de mutlu değillerdi. Bu yüzden, bu saçma düşüncemden vazgeçtim ve birini itirek, öbürünü kaktırarak, kenardan köşeden, bi yerlerden sıvışarak içeri girdim. İşin kötü yanı, içerde bisürü vezne, veznelerin önünde oluşmuş devasa kuyruklar vardı ve kuyrukları yarmak, oldu bitti en sevmediğim, en hoşlaşmadığım işlerden biriydi.

Neyse dosyaydı, diplomaydı, iki hoşbeşti, ehliyet harcı, kart parası falandı derken, sağlık raporumdaki fotoğrafın üstünde doktorumun kaşesi olmadığı için her bi işim yarım kaldı. Daha sonra doktoruma gidip, "böyle böyle, niye fotoğrafımın üstüne de kaşe basmadınız" diye söylendiğimde, cevabı şöyle oldu, "bu sağlık raporundan yirmi kişiye vermişimdir belki, bi tane düzgün memur çıkar kaşe sorar, ne gereği var anlamıyorum, burda fotoğrafın olsa ne olmasa ne". Çünkü düzgün memurlar, fotoğrafın üstünde kaşe var mıdır diye kontrol eden kişilerdi. Onların işleri bu. Ama pek fazla bulunmuyor demekki. Neyse, öğleden sonra bi daha gittim ki bi de parmak izim alınsın diye. İşte en kötü şey meğersem bu imiş. Bi ekranı parmaklamak için bu kadar uğraştırılmaz ki insanlar yaf? Bekle bekle, son dakika sıra geldi de, bana da o ekranı parmaklamak kısmet oldu. Bundan sonrasında bişi yok zaten. Laminasyon (uyduruyor olabilirim) diye bi yere gittim. Ordan ehliyetimi alıp çıktım. Tabi ben çıktığımda emniyet müdürlüğünde üç-beş insan falan kalmıştı. Niye mi? Çünkü saat 5'i 10 geçiyordu. Tam saat 5'te vın diyerek boşalıyor müdürlük, çok eksantrik bi andı gerçekten.



Tamam tamam, olay şundan ibaret ki, babamla gittiğim emniyet müdürlüğünde, babamın tanıdığı üç-beş komiser sayesinde, işlerimi bir saatte halledip çıktık. Bi tane genç komiser vardı, onla meyvesuyu içip muhabbet ettik. Komik bi insan kendisi. "Keşke arkadaşım olsaydı" dedim içimden ama çaktırmadım. Torpil kötü şey.

Ehliyet alacaklar için;
*Dosyanızdaki evrakları dikkatli bi şekilde kontrol edin. Eksikleriniz varsa halledin. Misal sağlık raporunda fotoğrafın üstünde de doktor kaşesi, düzgün memurlar tarafından dikkat edilen bir nokta.
*Parmak izi için, emniyet müdürlüğüne erkenden gidip, sıra alın. Mümkünse komiser amcalarla, ne bilim orda çalışan memurlarla falan açın orayı, o derece erken gidin yani.
*Kan grubu kartınızı sakın ama sakın unutmayın ve bir de diplomanızın aslını.
*Sabırlı olun.
Başaracaksınız.


Bunu dedi ( 6 ) kişi

Son Dakika Post'u

Ayyy! Bugün fatma yazı yazamamış, hemen geldim bişiler karalayım 12'den önce diye. Ama ne desem bilemedim birden.

Günlerdir şu moddayım. İstatistik raporu, sunumlar derken, koptum herkesten, her şeyden. Diyorum ki, 15 gün uyuyayım ben şöyle, siz de biraz sessiz olun, olmaz mı? Çünkü siz konuşup durunca benim aklım kalıyor burda :) "Ya ben evdeyken, onlar çok eğleniyorlarsa?" psikolojisine giriyorum. Evet..


Edit : Yaaaa!! Saate bakın, yetişememişim kii..


Bunu dedi ( 6 ) kişi

Aaja Nachle - Dansa Gel!

Aslında bu filmi beisa ile izlemeden anlatmayacaktım BBS'de ama kısmet olmadı. Yılbaşında Ankara'ya gidemeyeceğim ve bu yüzden her gün ağlamaklıyım sanırım :( Zaten şimdi de anlatacağım filmin müziklerini dinlerken iyice moralim yerle bir oldu. Neyse ama güzel, eğlenceli bir filmden bahsedeceğim.

Aaja Nachle (Türkçesi "Dansa Gel" imiş), başrolünde Madhuri Dixit'in oynadığı 2007 yapımı bir hint müzikali. Konusu ise şöyle ki: Dia (Madhuri Dixit) Newyork'ta kızıyla yaşayan, boşanmış, dans direktörlüğü yapan bir bayandır. 11 yıl önce ona dansetmeyi öğreten dans öğretmeninin ölmek üzere olduğu haberini alınca tekrardan Hindistan'a döner ve onun son dileğini gerçekleştirmek üzere, bir zamanlar dans öğrendiği yer olan antik tiyatroyu alışveriş merkezi olmaktan kurtarmak için kolları sıvar. Bundan sonrası ise zaten çoğu hint filminde olduğu gibi tam bir eğlencedir.

Aslında filmi izlediğinizde göreceksiniz ki, hem hüzün, hem eğlence, hem mutluluk, her bi duygu bir arada. Üstüne rengarenk kıyafetleri, harika danslarıyla insanı büyülemiyor demek büyük yalan olur. Ünlü hint filmlerinden biri olan Devdas'ı izleyenler bilirler ki Madhuri Dixit de süper bir oyuncu ve yine bu filmde de harika dansı ve oyunculuğu ile göz dolduruyor. Zaten Devdas'tan sonra gelen tekliflerin hepsini reddetmiş. Bir tek Aaja Nachle'de oynamaya karar vermiş.

Bir de şimdiden uyarayım. Baya uzun bir film ama o kadar renkli ki nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Hele hele müziklerine bayılacaksınız, ki ben buraya da hemen bir kaçını koyacağım. Hint filmlerini izlemeyi seviyorsanız, özellikle tavsiye edilir. Dinleyin, dinletin. İzleyin, izletin. :)
Öpücükler.

Edit Büdüt: Seçtiğim müzikler biraz hüzünlü ama dinlemeye değer.. :) Biraz daha eğlencesini dinlemek isterseniz, şurdan.

ve benim seçtiğim >> 



Bunu dedi ( 0 ) kişi

Öyle Bir İzlenir ki diziler!

Çok direndim, 'hayır izlemicem, hele hele Yaprak Dökümü'nü zorla sonlandırma aşamasına gelmişken asla!' dedim olmadı. Bir tane daha acıklı dizi çekemezdim ben bana kalsa. Ekran karşısında acı çekerken, neden halkımız bu acıklı dizileri izlemekte ısrar ediyor? Neden ben de bunu bilirken, kuzu psikolojisiyle hareket edip, izlemeye başlıyorum? Artık eminim ben kesinlikle bir sado mazoşistim. 

Bütün bu söylediklerimin nedeni, Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisi izleyicilerine artık benim de dahil olmam. İflah olmaz, meraklı bir insan olarak yenildim ve bugün diziye başlamaya karar verdim. Tabi bunda, diziyi izleyen tanıdıklarımın 'Aaa ! İzlemiyor musun? Nasıl olur?' gibisinden uzaylı soruları, dizinin her yeni bölümünde twitter sayfam'daki akıl almaz çoğunluktaki dizi yorumları, dizideki karakterlerden biri olan Mete'nin haberleri ('Oscar'lık Oyuncu ! .. vb.) ve bütün bunlardan eksik kalmış olmamın verdiği kötü duygu da eklenince, 'ee yeter bea ! izliyorum işte ben de' dedim.

Bugün ilk bölümünü izledim. Aslında söylemem gerekirse, gerçekten övdükleri kadar varmış, hani daha ilk bölümden kitlendim kaldım izlerken. Hem de neler olup biteceğini biliyorken. Resimde gördüğünüz de daha ilk bölümden ifrit olduğum Karolin şıllığı! İş olsun diye onun resmini koydum yea. Neden ona sinir oluyorsam zaten. Asıl Ali Kaptan denen adam çok fena, hiç hoşlaşmadım.


Neyse yine burdan da yorumları merak ediyorum. 'İzlemeee !' diyecek olan var mıdır ki?


Bunu dedi ( 8 ) kişi

Her Yer Zombi !!

Zombi diyince ilk aklıma gelen şey Micheal Jackson'ın Thriller klibi olurdu şimdiye kadar. Biraz önce önüme çıkan Toronto Zombie Walk fotoğraflarından sonra, bunun değişeceğinden az buçuk eminim diyebilirim. Zaten en korkunç korku öğeleri olduklarını düşünüyordum ki, bir de karşıma inanılmaz gerçekçi makyajlı yüzlerce zombi çıkınca, cidden tüylerim ürperdi ! Bir de bu yürüyüşün 2007'den beri her sene yapıldığını görünce, 2011'dekine gidip iyi bir eğlenesim -ya da gerilesim- geldi. Zaten gidesimin -hatta fatoş'la gidesimizin- gelmediği yer yok :p bakalım, o da isteyecek mi Toronto Zombie Walk 2011'de vahşi bir şekilde ölmüş biri gibi makyaj yapıp yürümeyi. Başka isteyen olursa da 'hayır' demeyiz tabi ki !




Fotoğrafları daha yakından incelemek isterseniz, üstüne tıkladığınızda baya büyüyecektir :)

Ben korkunçlar arasından en az kanlı, en az parçalanmış olanları seçtim, birden görünce bayılmayasınız diye, kan fobisi olan falan varsa :p ama merak ederseniz, bir tıkla 2010 yılının fotoğraflarını görüntüleyebilirsiniz. Onlar da yetmezse, geçmiş senelerinki de mevcut sayfanın üstündeki linklerde :p

p.s : fatoş'a "Aralık sonuna kadar her gün bir yazı" projesinde yardım edeyim dedim ama biraz vahşi bir giriş oldu sanırım. Oysa o şirin şirin kar falan yağdırıyor, güzel güzel şarkılar dinletiyordu. Neyse, son zamanlardaki ruh halime verin lütfen.. Nihahaha !


Bunu dedi ( 3 ) kişi

Kar yağsın istedim.

Mersin'de yaşıyor olmak inanın çok güzel. Ne trafik problemi var ne de insan kalabalığı. Mesela karşıdan karşıya geçerken Ankara-Kızılay meydanındaki gibi yüz kişi birden değil de, üç-beş kişi falan geçiyoruz en fazla. Ya da İstanbul'un garip yolları, işe gidiş ve işten çıkış saatlerindeki o yoğun trafik yerine sakin, akıcı bir trafik var. Evler ucuz, kiralar ucuz, yiyecekler ucuz, kıyafetler ucuz çoğu yere göre.


Her şeyden öte masmavi bir deniz, bol yeşil ve upuzuuuun bir sahil şeridine sahip. Hele hele ünlü tantunisi, cezeryesi, kerebici.. Daha ne olsun, anlayacağınız yaşaması güzel bir şehir.

Gelin görün ki benim için kötü bir özelliği var Mersin'in. O da hiçbir kış 'kar yağmaması'. Yazın boğucu sıcakları bile bu kadar rahatsız etmemişti hatta. 'Kar da sevilir mi ya?' diyenleriniz illaki olacaktır biliyorum ama seviyorum işte. Ne vardı kış aylarının birinde Mersin'e de kar yağsa..

Her yere kar yağdırmak istedim sadece.

Edit Büdüt: Cingıl bells'e az kala.. :)


Bunu dedi ( 13 ) kişi

Bugün sadece Beirut dinliyoruz..

Bugünü bitirmeden, hemen sözümü tutuyor ve yazımı yazıyorum. Açıkçası bugün ne yazsam hiçbir fikrim yok. Ama biliyorum ki, yazı bittiğinde yine upuzun bir şey yazmış olacağım. Gibi hissediyorum daha doğrusu. :)
---
Sessizlik oldu. Yazıdan koptum.
---
Sanırım canım sıkılıyor ve yazacak bir şey bulamıyorum. :(

Siz en iyisi bunu dinleyin: Beirut - Postcards from Italy
(Çoğunuzun zaten sevdiğine eminim :)



Bunu dedi ( 2 ) kişi

BBS Ayın Sanatçısı - Melis Danişmend



Melis Danişmend'in solo bir albüm çıkardığını bilmiyordum ben. Bir gün, tanıdığım biri, "Daha Az Renk" isimli yeni bi albüm çıktığını söyledi ama şarkıcının ismini hatırlayamadı. Şöyle dedi, "Neydi ya? Medusa gibi bi şey!" :p neyse, albüm adından araştırınca, bildiğimiz Melis olduğunu gördüm ve sevindim açıkçası. Üçnoktabir'den beri severim kendisinin sesini ve şarkı sözlerini. Gerçi ilk Barda filminde duyduğum için, bir süre tüylerimin diken diken olmasına neden oldu şarkıları ama zamanla alıştım herhalde :)

Şu an şoktayım yalnız, son yarım saattir hatunun doğum tarihini arıyorum, ek$i sayesinde 18 aralık olduğunu öğrendim, senesi hakkında bir bilgim yok ! Şaka gibi, öğrenirseniz söyleyin :) İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu bir gazeteci aslında. 2002 yılında, Spitney Beers isimli grubunu kurmuş ve sonra grubun adı bildiğimiz üzere Üçnoktabir olmuş. 2007'de Sabaha Karşı isimli albümlerinden sonra, grup malesef dağılmış ve artık herkes kendi yolunda devam ediyor. Melis'ciğim de, Kasım ayında, biraz önce söylediğim gibi "Daha Az Renk"i çıkardı. Biz de onu hemen (!) BBS Aralık Ayı Sanatçısı seçtik :) Şarkı sözleri yine çok ilginç. "Ben kan kusup 'kola içtim' derim" dediğini duyunca, insan bi şaşırıyor tabi, çok modern olmuş diye! :p ama müziklerine bayıldım, yumuşacık; nitekim, Melis'in sesi de öyle zaten. Kendini dinletiyor yani. Bakın, hak vereceksiniz !



Bunu dedi ( 3 ) kişi

Edward Scissorhands - Makas Eller

Bundan sonra aralık bitene kadar her gün buraya yazı yazacağım dediğim halde, bi gün sonrası yazmayarak, nasıl da üşengeç ve sözünü tutmayan bir insan olduğumu göstermiş bulunmaktayım sanırım herkese :) Ama durum, tam olarak öyle değil. Aslında, dün için planlarım, aralık ayı BBS sanatçısını yazmak olduğundan ama son bi değişiklikle, bu yazıyı beisa'nın yazacak olmasından dolayı dün buraya bir şeyler yazamadım. Tamam, tamamen bahaneler uyduruyorum. Başka bir şeyler yazabilirdim tabi. Neyse, bu iş çok uzadı.

Dün, Tim Burton'ın Edward Scissorhands filmini izledim. Mutlaka duymuşsunuzdur. Türkçe "Makas Eller" olarak geçiyor. Tim Burton hayranı bi insan olarak, nasıl olur da şimdiye kadar bu filmi izlemediğimi bilmiyorum. 1990 yapımı bu Tim Burton filminde yine başrolde Johnny Depp var. Kısaca filmin konusundan bahsedecek olursam, film, küçük bir kızın büyükannesine karın nasıl yağdığını sormasıyla başlıyor. Sonrasında ise geçmişe dönerek, Edward Scissorhands'i anlatmaya başlar. Edward, bi mucidin can verdiği bi eserdir ama ne yazık ki Edward'ın ellerini tamamlayamadan ölür. Mucidinin ölümünden sonra, Edward uzun süre yalnız kalır, ta ki Avon temsilcisi olan Peg, onu bulana kadar. Bundan sonra hikaye tamamen klasik, renkli bir banliyöde geçer. Öyle ki sabah işe giden ev erkekleri, evde kalan dedikoducu, ümitsiz ev kadınları (Desperate Housewives tadında) ve kutu kutu evler vardır. Filmin sonunda, karın nasıl yağdığı, biraz da sizin hayal gücünüze kalmış.. :) Tim Burton filmlerine alışıksanız, iyilik ve kötülükle karışık güzel bi film daha izlemiş olursunuz Edward Scissorhands'i izleyerek.

Güzel bir masal gibi..

Tavsiyeler benden, izlemesi sizden.

Edit Büdüt: Johnny Depp'in o hali bile aşıkolunasıcinsten.


Bunu dedi ( 5 ) kişi

Falan Fıstık !..

Bundan sonra aralık bitene kadar her gün bloga yazı yazacağım. Nasıl bir vicdan azabı, nasıl bir vicdan azabı sormayın gitsin. Ben, kendi, diğer, yani tek başıma yazdığım blogum Süpernova'dan kopup da buralara gelemiyorum. Aynı şekilde beisa'yı da 2noktayanyana'da kaybettik sanırım. Şöyle bir bloga bakayım dedim, o derece unutmuşum yani, bir sessiz sakin, kenarda köşede ağlıyor zavallıcık. İçim parçalandı. Tamam abarttım. (Abartmayı oldu bitti sevmişimdir). İşin garip yani antibiyotik de kullanmıyorum, nedir bu bendeki yufori kaynağı anlamış değilim.

Neyse, zaten aralık ayı BBS sanatçısını da seçmemişiz. Bundan sonraki ilk yazım da o olsun. :)

Bugün Ales'e girdim. İçeri girerken hatun görevli beni aramadı, taramadı. Babamı tanıyormuş, torpilliyim yani. Bu ne biçim torpil, soruları falan verseydi ya önceden. Hem ben onu tanımıyorum. Neyse, sırama gittim bi baktım, dandik iki kalem, dandik bi silgi, üç adet çok fazla ferah olips nane şekeri (oysaki ben meyveli severim), bi tane dandik peçete, dandik açacak. Ulen bu ne? Torpilli gireceğimi bilseydim, kalemimi silgimi yanımda getirirdim. Zaten griptim, cebimde binbeşyüz tane taze peçete, bikaçı elimde topak halinde, yüz-göz şiş, burun kıpkırmızı. Taa 9 buçukta başlayacak sınava da, 8 buçukta gidince, öyle sınav salonumda bi saat oturdum. Erken gitmemin nedeni de arama var falan, cart curt dediler, erken git dediler. Aranmadık bile iyi mi? Neyse her zamanki gibi sınavı yetiştiremedim. Ee haliyle zamanla ilgili problemlerim var. Yetişme konusunda berbadım. Sınavda öyle rahatsız edecek bir şey yaşanmadı neyseki. Öyle biri şekerini katur kutur yese, yok efenim cart cart kalemini açsa, ıksırsa, öksürse, valla kan çıkardı o salondan. Gerçi salondaki en hasta şahıs ben olduğumdan, başkaları benim burun silmelerimden, güçlükle nefes almamdan falan rahatsız olmuş olabilir.

Sonuç olarak, sınav biter bitmez, koşar adım olay yerini terkettim. Dışarı çıktığımda kendimi boşlukta hissettim bi anda. Sınav giriş belgemi bile almışlardı. Geriye kalanlar sadece bi topak peçeteyle, dandik kalem, silgi, açacak, şekerler falan. Allahım çantasız, telefonsuz, parasız pulsuz olmak, dışarda yalnız başına, hiç hoş değil. Kendimi çıplak gibi hissettim.

Sağ salim eve gelebildim ya, başka bişi istemem artık. Uyuyayım artık, bu ne biçim hayat, bu ne bohem ya?


Bunu dedi ( 1 ) kişi

İçim Yandı..

Son 4 günümü, "çok sevgili dersimiz istatistik"le geçirdiğim için,  Haydarpaşa Garı yangınıyla alakalı yazımı anca yazıyorum, birçoğunuzun izlemiş olabileceği Okan'ın açık mektubunu da daha yeni izledikten sonra. Evet, ben çok Türk filmi izlemezdim; İstanbul'a trenle gidecek kadar yolculuk sever bir insan olamadım. Yine de benim bile, bir gün Hasra'yla birlikte bir gece trene binip, sabah Haydarpaşa'da iner inmez deniz kokusunu içime çekme hayallerim vardı, Türk filmlerinde olduğu gibi. Bunları, karşısından vapurla güzelliğini izlerken düşünmek bile mutlu etmeye yeterdi hatta. 28 Kasım Pazar günü, saat 15.30 sularında, bilgisayarımın başında bu haberi duyduğumda, hissettiğim tek şey, içimin de yanmasıydı.

Çok üzgünüm; çünkü para için, çevresindeki her güzelliğe bu kadar düşmanca yaklaşan bir ülke daha görmedim ben.

p.s : fatoş'un bilgisayarı daha fazla yaşamak istemediğini açıkça gösterdi birkaç gün önce :)


Bunu dedi ( 4 ) kişi