2011 Dilekleri :)

Her sene, eksilen bişi daha hayatımızdan belki ama yine de güzellikleriyle gidiyor ve yepyeni bir seneyle, iyisiyle kötüsüyle geri geliyor. Bir kere daha, bir kere daha yaşayalım diye. Sanki yeni bir şans gibi. Sanki hep o umudumuzu sürdürelim diye, yaşamaktan hiç vazgeçmeyelim diye.

Umarım bu yıl karşınıza çıkacak güzel insanlarla, sevdiceklerinizle, ailenizle birlikte musmutlu geçer.. Yeni yılın her gününü, her saatini, her dakikasını, her an'ını dolu dolu, neşeyle, huzurla, sevgiyle geçirmeniz dileğiyle..

U-Mutlu Yıllar !! :)


Bunu dedi ( 3 ) kişi

Küçük Bi Doğumgünü Hediyesi :)

hepi börtü püsüsü !
Evet, fatoş'un da dediği gibi, görüşüp geldim ! Ama bu önemli görüşme, hala bu yazının konusu değil. Bu yalnızca bi doğumgünü yazısı. Dün gece kendi derdime düşüp stresten yazmayı unuttuğum yazı.. Bana hiç güvenilmez demek ki :p

Saykik'im bugün doğmuş da, 22 yaşında kocaman bi çocuk olmuş :) biraz acıklı aslında pek çok şey. Ama bugün yuforik® o, o yüzden de, şimdilik sadece küçücük hediyesini vereceğim sizin de gözlerinizin önünde. Başlangıç seviyesinde mızıka çalan biri olarak, ilk defa bir şarkıyı sana hediye ediyorum, sevgili "J'm ! İyi ki doğmuşsun. Hayallerindeki pasta, hayallerindeki hediyelerle birlikte, bugün seni bulur umarım :)



Nice musmutlu yıllara :* oyh..


Bunu dedi ( 3 ) kişi

Aralık Sonu Ama Yepyeni Başlangıçlar

Dün yine yazı yazmayarak sözümü bi kere daha tutmadım. Anladım ki bana güvenilmez yafu.. Ama bugün benim doğumgünüm, bi ayrıcalığım olsun ama di mi? :) beisa'nın da bugün görüşmeleri olması nedeniyle, imdadıma o da yetişemedi. (Görüşme de nedir diye sormayın, detaylı olarak bunu anlatmasını bekliyorum sonraki yazıların birinde.) Sonuç olarak, bugün de öksüz kalmasın diye, hemen bir şeyler yazıp kaçayım dedim. Bu da hayallerimdeki pasta, rüyamda falan yerim belki. :)

Sevgiyle, öpücükler..

Edit Büdüt: Yarın yeni yıl yazımla geri döneyim. :)


Bunu dedi ( 1 ) kişi

İyi ki Bi Ehliyet Alalım Dedik

Bugün çok fena bi gündü ya. Aslında şanslı bi günümdü de ama yine de bi yerden sonra çekilmez olabiliyor. Yılbaşında 374235 tane profiterol yapıp şeker komasına girme planlarımdan sonra, "sabah kalkayım da emniyet müdürlüğüne gidip, bi zahmet ehliyetimi alayım" dedim. Ama bu emniyet müdürlüğü, öyle iğne atsan yere düşmez bi yermiş ki, müdürlüğün dışarısında bulunan, devasa alışveriş merkezlerinin otoparkları gibi olan otoparklarında arabayı koyacak yer bulamadıktan sonra, müdürlüğün kapısına geldiğimde, şöyle bir baktım ve bi an ama bi an içimde acayip bir ürperti oldu. İnanılmazdı çünkü içerde o kadar çok insan vardı ki, dedim "bugün emniyet müdürlüğünde yılbaşı partisi falan yapılıyor sanırım". Gerçi hiç kimse eğleniyor gözükmüyordu, hiç de mutlu değillerdi. Bu yüzden, bu saçma düşüncemden vazgeçtim ve birini itirek, öbürünü kaktırarak, kenardan köşeden, bi yerlerden sıvışarak içeri girdim. İşin kötü yanı, içerde bisürü vezne, veznelerin önünde oluşmuş devasa kuyruklar vardı ve kuyrukları yarmak, oldu bitti en sevmediğim, en hoşlaşmadığım işlerden biriydi.

Neyse dosyaydı, diplomaydı, iki hoşbeşti, ehliyet harcı, kart parası falandı derken, sağlık raporumdaki fotoğrafın üstünde doktorumun kaşesi olmadığı için her bi işim yarım kaldı. Daha sonra doktoruma gidip, "böyle böyle, niye fotoğrafımın üstüne de kaşe basmadınız" diye söylendiğimde, cevabı şöyle oldu, "bu sağlık raporundan yirmi kişiye vermişimdir belki, bi tane düzgün memur çıkar kaşe sorar, ne gereği var anlamıyorum, burda fotoğrafın olsa ne olmasa ne". Çünkü düzgün memurlar, fotoğrafın üstünde kaşe var mıdır diye kontrol eden kişilerdi. Onların işleri bu. Ama pek fazla bulunmuyor demekki. Neyse, öğleden sonra bi daha gittim ki bi de parmak izim alınsın diye. İşte en kötü şey meğersem bu imiş. Bi ekranı parmaklamak için bu kadar uğraştırılmaz ki insanlar yaf? Bekle bekle, son dakika sıra geldi de, bana da o ekranı parmaklamak kısmet oldu. Bundan sonrasında bişi yok zaten. Laminasyon (uyduruyor olabilirim) diye bi yere gittim. Ordan ehliyetimi alıp çıktım. Tabi ben çıktığımda emniyet müdürlüğünde üç-beş insan falan kalmıştı. Niye mi? Çünkü saat 5'i 10 geçiyordu. Tam saat 5'te vın diyerek boşalıyor müdürlük, çok eksantrik bi andı gerçekten.



Tamam tamam, olay şundan ibaret ki, babamla gittiğim emniyet müdürlüğünde, babamın tanıdığı üç-beş komiser sayesinde, işlerimi bir saatte halledip çıktık. Bi tane genç komiser vardı, onla meyvesuyu içip muhabbet ettik. Komik bi insan kendisi. "Keşke arkadaşım olsaydı" dedim içimden ama çaktırmadım. Torpil kötü şey.

Ehliyet alacaklar için;
*Dosyanızdaki evrakları dikkatli bi şekilde kontrol edin. Eksikleriniz varsa halledin. Misal sağlık raporunda fotoğrafın üstünde de doktor kaşesi, düzgün memurlar tarafından dikkat edilen bir nokta.
*Parmak izi için, emniyet müdürlüğüne erkenden gidip, sıra alın. Mümkünse komiser amcalarla, ne bilim orda çalışan memurlarla falan açın orayı, o derece erken gidin yani.
*Kan grubu kartınızı sakın ama sakın unutmayın ve bir de diplomanızın aslını.
*Sabırlı olun.
Başaracaksınız.


Bunu dedi ( 6 ) kişi

Son Dakika Post'u

Ayyy! Bugün fatma yazı yazamamış, hemen geldim bişiler karalayım 12'den önce diye. Ama ne desem bilemedim birden.

Günlerdir şu moddayım. İstatistik raporu, sunumlar derken, koptum herkesten, her şeyden. Diyorum ki, 15 gün uyuyayım ben şöyle, siz de biraz sessiz olun, olmaz mı? Çünkü siz konuşup durunca benim aklım kalıyor burda :) "Ya ben evdeyken, onlar çok eğleniyorlarsa?" psikolojisine giriyorum. Evet..


Edit : Yaaaa!! Saate bakın, yetişememişim kii..


Bunu dedi ( 6 ) kişi

Aaja Nachle - Dansa Gel!

Aslında bu filmi beisa ile izlemeden anlatmayacaktım BBS'de ama kısmet olmadı. Yılbaşında Ankara'ya gidemeyeceğim ve bu yüzden her gün ağlamaklıyım sanırım :( Zaten şimdi de anlatacağım filmin müziklerini dinlerken iyice moralim yerle bir oldu. Neyse ama güzel, eğlenceli bir filmden bahsedeceğim.

Aaja Nachle (Türkçesi "Dansa Gel" imiş), başrolünde Madhuri Dixit'in oynadığı 2007 yapımı bir hint müzikali. Konusu ise şöyle ki: Dia (Madhuri Dixit) Newyork'ta kızıyla yaşayan, boşanmış, dans direktörlüğü yapan bir bayandır. 11 yıl önce ona dansetmeyi öğreten dans öğretmeninin ölmek üzere olduğu haberini alınca tekrardan Hindistan'a döner ve onun son dileğini gerçekleştirmek üzere, bir zamanlar dans öğrendiği yer olan antik tiyatroyu alışveriş merkezi olmaktan kurtarmak için kolları sıvar. Bundan sonrası ise zaten çoğu hint filminde olduğu gibi tam bir eğlencedir.

Aslında filmi izlediğinizde göreceksiniz ki, hem hüzün, hem eğlence, hem mutluluk, her bi duygu bir arada. Üstüne rengarenk kıyafetleri, harika danslarıyla insanı büyülemiyor demek büyük yalan olur. Ünlü hint filmlerinden biri olan Devdas'ı izleyenler bilirler ki Madhuri Dixit de süper bir oyuncu ve yine bu filmde de harika dansı ve oyunculuğu ile göz dolduruyor. Zaten Devdas'tan sonra gelen tekliflerin hepsini reddetmiş. Bir tek Aaja Nachle'de oynamaya karar vermiş.

Bir de şimdiden uyarayım. Baya uzun bir film ama o kadar renkli ki nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Hele hele müziklerine bayılacaksınız, ki ben buraya da hemen bir kaçını koyacağım. Hint filmlerini izlemeyi seviyorsanız, özellikle tavsiye edilir. Dinleyin, dinletin. İzleyin, izletin. :)
Öpücükler.

Edit Büdüt: Seçtiğim müzikler biraz hüzünlü ama dinlemeye değer.. :) Biraz daha eğlencesini dinlemek isterseniz, şurdan.

ve benim seçtiğim >> 



Bunu dedi ( 0 ) kişi

Öyle Bir İzlenir ki diziler!

Çok direndim, 'hayır izlemicem, hele hele Yaprak Dökümü'nü zorla sonlandırma aşamasına gelmişken asla!' dedim olmadı. Bir tane daha acıklı dizi çekemezdim ben bana kalsa. Ekran karşısında acı çekerken, neden halkımız bu acıklı dizileri izlemekte ısrar ediyor? Neden ben de bunu bilirken, kuzu psikolojisiyle hareket edip, izlemeye başlıyorum? Artık eminim ben kesinlikle bir sado mazoşistim. 

Bütün bu söylediklerimin nedeni, Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisi izleyicilerine artık benim de dahil olmam. İflah olmaz, meraklı bir insan olarak yenildim ve bugün diziye başlamaya karar verdim. Tabi bunda, diziyi izleyen tanıdıklarımın 'Aaa ! İzlemiyor musun? Nasıl olur?' gibisinden uzaylı soruları, dizinin her yeni bölümünde twitter sayfam'daki akıl almaz çoğunluktaki dizi yorumları, dizideki karakterlerden biri olan Mete'nin haberleri ('Oscar'lık Oyuncu ! .. vb.) ve bütün bunlardan eksik kalmış olmamın verdiği kötü duygu da eklenince, 'ee yeter bea ! izliyorum işte ben de' dedim.

Bugün ilk bölümünü izledim. Aslında söylemem gerekirse, gerçekten övdükleri kadar varmış, hani daha ilk bölümden kitlendim kaldım izlerken. Hem de neler olup biteceğini biliyorken. Resimde gördüğünüz de daha ilk bölümden ifrit olduğum Karolin şıllığı! İş olsun diye onun resmini koydum yea. Neden ona sinir oluyorsam zaten. Asıl Ali Kaptan denen adam çok fena, hiç hoşlaşmadım.


Neyse yine burdan da yorumları merak ediyorum. 'İzlemeee !' diyecek olan var mıdır ki?


Bunu dedi ( 8 ) kişi

Her Yer Zombi !!

Zombi diyince ilk aklıma gelen şey Micheal Jackson'ın Thriller klibi olurdu şimdiye kadar. Biraz önce önüme çıkan Toronto Zombie Walk fotoğraflarından sonra, bunun değişeceğinden az buçuk eminim diyebilirim. Zaten en korkunç korku öğeleri olduklarını düşünüyordum ki, bir de karşıma inanılmaz gerçekçi makyajlı yüzlerce zombi çıkınca, cidden tüylerim ürperdi ! Bir de bu yürüyüşün 2007'den beri her sene yapıldığını görünce, 2011'dekine gidip iyi bir eğlenesim -ya da gerilesim- geldi. Zaten gidesimin -hatta fatoş'la gidesimizin- gelmediği yer yok :p bakalım, o da isteyecek mi Toronto Zombie Walk 2011'de vahşi bir şekilde ölmüş biri gibi makyaj yapıp yürümeyi. Başka isteyen olursa da 'hayır' demeyiz tabi ki !




Fotoğrafları daha yakından incelemek isterseniz, üstüne tıkladığınızda baya büyüyecektir :)

Ben korkunçlar arasından en az kanlı, en az parçalanmış olanları seçtim, birden görünce bayılmayasınız diye, kan fobisi olan falan varsa :p ama merak ederseniz, bir tıkla 2010 yılının fotoğraflarını görüntüleyebilirsiniz. Onlar da yetmezse, geçmiş senelerinki de mevcut sayfanın üstündeki linklerde :p

p.s : fatoş'a "Aralık sonuna kadar her gün bir yazı" projesinde yardım edeyim dedim ama biraz vahşi bir giriş oldu sanırım. Oysa o şirin şirin kar falan yağdırıyor, güzel güzel şarkılar dinletiyordu. Neyse, son zamanlardaki ruh halime verin lütfen.. Nihahaha !


Bunu dedi ( 3 ) kişi

Kar yağsın istedim.

Mersin'de yaşıyor olmak inanın çok güzel. Ne trafik problemi var ne de insan kalabalığı. Mesela karşıdan karşıya geçerken Ankara-Kızılay meydanındaki gibi yüz kişi birden değil de, üç-beş kişi falan geçiyoruz en fazla. Ya da İstanbul'un garip yolları, işe gidiş ve işten çıkış saatlerindeki o yoğun trafik yerine sakin, akıcı bir trafik var. Evler ucuz, kiralar ucuz, yiyecekler ucuz, kıyafetler ucuz çoğu yere göre.


Her şeyden öte masmavi bir deniz, bol yeşil ve upuzuuuun bir sahil şeridine sahip. Hele hele ünlü tantunisi, cezeryesi, kerebici.. Daha ne olsun, anlayacağınız yaşaması güzel bir şehir.

Gelin görün ki benim için kötü bir özelliği var Mersin'in. O da hiçbir kış 'kar yağmaması'. Yazın boğucu sıcakları bile bu kadar rahatsız etmemişti hatta. 'Kar da sevilir mi ya?' diyenleriniz illaki olacaktır biliyorum ama seviyorum işte. Ne vardı kış aylarının birinde Mersin'e de kar yağsa..

Her yere kar yağdırmak istedim sadece.

Edit Büdüt: Cingıl bells'e az kala.. :)


Bunu dedi ( 13 ) kişi

Bugün sadece Beirut dinliyoruz..

Bugünü bitirmeden, hemen sözümü tutuyor ve yazımı yazıyorum. Açıkçası bugün ne yazsam hiçbir fikrim yok. Ama biliyorum ki, yazı bittiğinde yine upuzun bir şey yazmış olacağım. Gibi hissediyorum daha doğrusu. :)
---
Sessizlik oldu. Yazıdan koptum.
---
Sanırım canım sıkılıyor ve yazacak bir şey bulamıyorum. :(

Siz en iyisi bunu dinleyin: Beirut - Postcards from Italy
(Çoğunuzun zaten sevdiğine eminim :)



Bunu dedi ( 2 ) kişi

BBS Ayın Sanatçısı - Melis Danişmend



Melis Danişmend'in solo bir albüm çıkardığını bilmiyordum ben. Bir gün, tanıdığım biri, "Daha Az Renk" isimli yeni bi albüm çıktığını söyledi ama şarkıcının ismini hatırlayamadı. Şöyle dedi, "Neydi ya? Medusa gibi bi şey!" :p neyse, albüm adından araştırınca, bildiğimiz Melis olduğunu gördüm ve sevindim açıkçası. Üçnoktabir'den beri severim kendisinin sesini ve şarkı sözlerini. Gerçi ilk Barda filminde duyduğum için, bir süre tüylerimin diken diken olmasına neden oldu şarkıları ama zamanla alıştım herhalde :)

Şu an şoktayım yalnız, son yarım saattir hatunun doğum tarihini arıyorum, ek$i sayesinde 18 aralık olduğunu öğrendim, senesi hakkında bir bilgim yok ! Şaka gibi, öğrenirseniz söyleyin :) İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu bir gazeteci aslında. 2002 yılında, Spitney Beers isimli grubunu kurmuş ve sonra grubun adı bildiğimiz üzere Üçnoktabir olmuş. 2007'de Sabaha Karşı isimli albümlerinden sonra, grup malesef dağılmış ve artık herkes kendi yolunda devam ediyor. Melis'ciğim de, Kasım ayında, biraz önce söylediğim gibi "Daha Az Renk"i çıkardı. Biz de onu hemen (!) BBS Aralık Ayı Sanatçısı seçtik :) Şarkı sözleri yine çok ilginç. "Ben kan kusup 'kola içtim' derim" dediğini duyunca, insan bi şaşırıyor tabi, çok modern olmuş diye! :p ama müziklerine bayıldım, yumuşacık; nitekim, Melis'in sesi de öyle zaten. Kendini dinletiyor yani. Bakın, hak vereceksiniz !



Bunu dedi ( 3 ) kişi

Edward Scissorhands - Makas Eller

Bundan sonra aralık bitene kadar her gün buraya yazı yazacağım dediğim halde, bi gün sonrası yazmayarak, nasıl da üşengeç ve sözünü tutmayan bir insan olduğumu göstermiş bulunmaktayım sanırım herkese :) Ama durum, tam olarak öyle değil. Aslında, dün için planlarım, aralık ayı BBS sanatçısını yazmak olduğundan ama son bi değişiklikle, bu yazıyı beisa'nın yazacak olmasından dolayı dün buraya bir şeyler yazamadım. Tamam, tamamen bahaneler uyduruyorum. Başka bir şeyler yazabilirdim tabi. Neyse, bu iş çok uzadı.

Dün, Tim Burton'ın Edward Scissorhands filmini izledim. Mutlaka duymuşsunuzdur. Türkçe "Makas Eller" olarak geçiyor. Tim Burton hayranı bi insan olarak, nasıl olur da şimdiye kadar bu filmi izlemediğimi bilmiyorum. 1990 yapımı bu Tim Burton filminde yine başrolde Johnny Depp var. Kısaca filmin konusundan bahsedecek olursam, film, küçük bir kızın büyükannesine karın nasıl yağdığını sormasıyla başlıyor. Sonrasında ise geçmişe dönerek, Edward Scissorhands'i anlatmaya başlar. Edward, bi mucidin can verdiği bi eserdir ama ne yazık ki Edward'ın ellerini tamamlayamadan ölür. Mucidinin ölümünden sonra, Edward uzun süre yalnız kalır, ta ki Avon temsilcisi olan Peg, onu bulana kadar. Bundan sonra hikaye tamamen klasik, renkli bir banliyöde geçer. Öyle ki sabah işe giden ev erkekleri, evde kalan dedikoducu, ümitsiz ev kadınları (Desperate Housewives tadında) ve kutu kutu evler vardır. Filmin sonunda, karın nasıl yağdığı, biraz da sizin hayal gücünüze kalmış.. :) Tim Burton filmlerine alışıksanız, iyilik ve kötülükle karışık güzel bi film daha izlemiş olursunuz Edward Scissorhands'i izleyerek.

Güzel bir masal gibi..

Tavsiyeler benden, izlemesi sizden.

Edit Büdüt: Johnny Depp'in o hali bile aşıkolunasıcinsten.


Bunu dedi ( 5 ) kişi

Falan Fıstık !..

Bundan sonra aralık bitene kadar her gün bloga yazı yazacağım. Nasıl bir vicdan azabı, nasıl bir vicdan azabı sormayın gitsin. Ben, kendi, diğer, yani tek başıma yazdığım blogum Süpernova'dan kopup da buralara gelemiyorum. Aynı şekilde beisa'yı da 2noktayanyana'da kaybettik sanırım. Şöyle bir bloga bakayım dedim, o derece unutmuşum yani, bir sessiz sakin, kenarda köşede ağlıyor zavallıcık. İçim parçalandı. Tamam abarttım. (Abartmayı oldu bitti sevmişimdir). İşin garip yani antibiyotik de kullanmıyorum, nedir bu bendeki yufori kaynağı anlamış değilim.

Neyse, zaten aralık ayı BBS sanatçısını da seçmemişiz. Bundan sonraki ilk yazım da o olsun. :)

Bugün Ales'e girdim. İçeri girerken hatun görevli beni aramadı, taramadı. Babamı tanıyormuş, torpilliyim yani. Bu ne biçim torpil, soruları falan verseydi ya önceden. Hem ben onu tanımıyorum. Neyse, sırama gittim bi baktım, dandik iki kalem, dandik bi silgi, üç adet çok fazla ferah olips nane şekeri (oysaki ben meyveli severim), bi tane dandik peçete, dandik açacak. Ulen bu ne? Torpilli gireceğimi bilseydim, kalemimi silgimi yanımda getirirdim. Zaten griptim, cebimde binbeşyüz tane taze peçete, bikaçı elimde topak halinde, yüz-göz şiş, burun kıpkırmızı. Taa 9 buçukta başlayacak sınava da, 8 buçukta gidince, öyle sınav salonumda bi saat oturdum. Erken gitmemin nedeni de arama var falan, cart curt dediler, erken git dediler. Aranmadık bile iyi mi? Neyse her zamanki gibi sınavı yetiştiremedim. Ee haliyle zamanla ilgili problemlerim var. Yetişme konusunda berbadım. Sınavda öyle rahatsız edecek bir şey yaşanmadı neyseki. Öyle biri şekerini katur kutur yese, yok efenim cart cart kalemini açsa, ıksırsa, öksürse, valla kan çıkardı o salondan. Gerçi salondaki en hasta şahıs ben olduğumdan, başkaları benim burun silmelerimden, güçlükle nefes almamdan falan rahatsız olmuş olabilir.

Sonuç olarak, sınav biter bitmez, koşar adım olay yerini terkettim. Dışarı çıktığımda kendimi boşlukta hissettim bi anda. Sınav giriş belgemi bile almışlardı. Geriye kalanlar sadece bi topak peçeteyle, dandik kalem, silgi, açacak, şekerler falan. Allahım çantasız, telefonsuz, parasız pulsuz olmak, dışarda yalnız başına, hiç hoş değil. Kendimi çıplak gibi hissettim.

Sağ salim eve gelebildim ya, başka bişi istemem artık. Uyuyayım artık, bu ne biçim hayat, bu ne bohem ya?


Bunu dedi ( 1 ) kişi

İçim Yandı..

Son 4 günümü, "çok sevgili dersimiz istatistik"le geçirdiğim için,  Haydarpaşa Garı yangınıyla alakalı yazımı anca yazıyorum, birçoğunuzun izlemiş olabileceği Okan'ın açık mektubunu da daha yeni izledikten sonra. Evet, ben çok Türk filmi izlemezdim; İstanbul'a trenle gidecek kadar yolculuk sever bir insan olamadım. Yine de benim bile, bir gün Hasra'yla birlikte bir gece trene binip, sabah Haydarpaşa'da iner inmez deniz kokusunu içime çekme hayallerim vardı, Türk filmlerinde olduğu gibi. Bunları, karşısından vapurla güzelliğini izlerken düşünmek bile mutlu etmeye yeterdi hatta. 28 Kasım Pazar günü, saat 15.30 sularında, bilgisayarımın başında bu haberi duyduğumda, hissettiğim tek şey, içimin de yanmasıydı.

Çok üzgünüm; çünkü para için, çevresindeki her güzelliğe bu kadar düşmanca yaklaşan bir ülke daha görmedim ben.

p.s : fatoş'un bilgisayarı daha fazla yaşamak istemediğini açıkça gösterdi birkaç gün önce :)


Bunu dedi ( 4 ) kişi

BBS Ayın Sanatçısı - Zaza Fournier

Öncelikle, sizi birkaç aydır Zaza Fournier'den mahrum bıraktığım için gerçekten üzgünüm. Birkaç ay önce kendisini keşfettiğimde, çoktan o ayın sanatçısını seçmiştik, sonra da bir türlü sıra gelemedi Zaza'ya. İnternette hakkında pek bilgi yok aslında. 1985 yılında Paris'te doğmuş ve küçük yaşta anneannesinin akordeonundan çok etkilenmiş ve o da çalmaya başlamış. Zaten onu bu kadar sevmemi sağlayan şeylerden biri de bu. Sözleri de çok güzel hem, çeşitli sitelerde İngilizce çevirilerini de bulabilirsiniz :) Okul yıllarında sokaklarda çalmış. Sonra da kendi ismini verdiği ilk albümünü çıkarmış ve şimdi `yeni nesil Piaf` olarak anılıyor. Arada yaşadıkları hakkında pek bir bilgimiz yok malesef. O yüzden bize yalnızca şarkılarını dinlemesi kalıyor. :)

Çok eğlenceli bir albüm olmuş. İnsanın bütün gün dinleyip mutlu olası geliyor. Siz de mutlu olun istedim ben :) İşte en sevdiğim şarkılarından bi tanesi: La Vie à Deux !



Bunu dedi ( 0 ) kişi

Mutlu Bayramlar !

Bir ara bir e-posta dolanıyordu her yerde. Danimarka'nın Fareo Adaları'nda her yıl "geleneksel erkekliğe adım atma töreni"nde öldürülen kalderon yunuslarını protesto eden bir e-postaydı. Herkes, "bu nasıl bir katliam?", "inanılmaz, böyle insanlar var", "nasıl da öldürüyorlar yunusları!" gibi tepkilerle cevap veriyordu bu e-postaya. O zaman da aklıma ilk gelen şey, kurban bayramı olmuştu. Evet, tamam, belki dinimizin bir zorunluluğu, belki biz usülüne göre kesiyoruz, hayvana girişmiyoruz onlar gibi ama, sonuçta bakınca, bizim yaptığımızın da katliamdan farkı yok. Bu bir din getirisi olarak çok da tartışılmaz bir şey ama ben o e-postaya kayıtsız kalmıştım bu yüzden. Yani yaptıkları şey onlar için bir şeyi simgeliyorsa, yapacaklar, her ne kadar katliam olsa da.. :)

Tabi bu öylesine bir düşünceydi, paylaşmak istedim. Bu uzun bayram tatili, sevdiklerinizle, tatlılar, çikolatalar, şekerler, güzel sohbetler, harçlıklar, ikramlarla dolu umutlu bir bayram geçirmeniz dileğiyle.. Asıl söylemem gereken;

Herkesin kurban bayramı kutlu mutlu olsun.. :) İyi bayramlar..



Bunu dedi ( 3 ) kişi

"Sevgili Dostlar"

Hazır beisa dönmüşken, benim de internetim artık problem çıkarmıyorken, size hemen şurda Amasra gezimizi anlatayım ben de. :) Bu, arada sırada verdiğimiz molalarda, BBS'yi ihmal ettiğimizden değil yani, kesinlikle bir yerlerde bir şeylerle meşgul olduğumuzdan yazamıyoruz yani. (Desem de pek inanmayın yine de, yalan söylüyor olabilirim)

Tamam, iki hafta önceki Ankara ziyaretimden dönmeden bir gün önce, Türkiye'de daha önce gitmediğim çoğu yere ilk defa gidişlerimle hep yanımda olan beisa ile bu sefer de Amasra'ya da günübirlik "küçük bir kaçamak" yaptık. Amasra, Batı Karadeniz kıyısında bulunan şipşirin bir Bartın ilçesi. Ankara-Amasra arası 4 saat ve inanın daha önce bu kadar hızlı geçen 4 saatlik bir yolculuğum olmadı diyebilirim. Bir kere sohbet edecek insanların yanında olması ve ve ve tur rehberimizin eğlenceli kişiliği sayesinde bir baktık, Amasra'ya gelmişiz bile. Şöyle ki eline mikrofonu her aldığında "bir bir" diye kontrol eden, sözlerine "sevgili dostlar" diye başlayan, abidik gubidik fıkralar ve hikayeler anlatan, bol bol lazca şarkı dinleten bir tur rehberimiz vardı. Sayesinde lazca Karadeniz'in Uça Zuga olduğunu ve çok güzel lazca şarkı yapan bir grup olan Karmate'yi (bu da lazca 'değirmen' demekmiş) öğrendik. :)

 Gezimizden kısaca bahsetmem gerekirse, önce giderken yol üzerinde bulunan Kuşkayası Yol Anıtı'na uğradık. Burası Roma İmparatorluğu döneminden kalma, o zamanlar karayolu dinlenme yeri olarak kullanılan bi alanmış. Tabi şimdi 100 kadar tahta basamak çıkılıyor anıta ulaşmak için, ama yukarıya çıkıldığı zaman anıttan daha çok etkileyen şey, tabi ki manzara. Manzaraya ve anıta şöyle bir göz atıp, fotoları da çektikten sonra, biraz daha yol gidip, Bakacak Mevkii denilen yere geldik. Evet adından da tahmin edeceğiniz üzere, burası, Amasra'nın harika manzarasına tepeden bakabileceğiniz bir başka yer daha. Ki zamanında Fatih Sultan Mehmet de bu Bakacak Mevkii'ne gelir ve Amasra'nın o mükemmel manzarasına tam da bu noktada şahit olur. O kadar etkilenir ki hocasına dönüp "Lala lala, Çeşm-i Cihan bu mu ola?" der. (Çeşm-i Cihan: Dünyanın Göz bebeği) Biz de bunları hep tur rehberimizden öğreniyoruz tabi ki :) Tekrar otobüse binip, artık Amasra merkeze doğru yol aldık. Çeşm-i Cihan adlı restorantta taptaze, çok leziz balıklarımızı ve Amasra'nın o meşhur salatasını da tattıktan sonra, artık gezme vakti gelmişti. Amasra'ya gidip de gezmeniz gereken yerlerden biri de Tarihi Çekiciler Çarşısı'ymış. Bizim de yemekten sonra yaptığımız ilk iş oldu tabi ki. Her yerde tahta oyma, tel kırma, boncuk işleri olan bir çarşı ve illaki birilerine hediye almak istiyorsunuz. İşin garibi, biz çarşıya girerken beisa'nın dikkat ettiği ilk şey 'kartpostallaaaaar!!' oldu. :D Sıkı Postcrossing'ciler olarak hemen kendimize Amasra kartpostalları aldık ve çarşıyı gezdik. Rengarenk, cıvıl cıvıl bir çarşıydı. Çarşı sonrası kendimizi foto çekmeye kaptırdık, beğendiğimiz her köşede bi foto derken, serbest zamanımız bitti ve kendimizi yine otobüste bulduk.

Son olarak, Çakraz'a doğru yol aldık. Çakraz da yine Karadeniz kıyısında, Amasra ile Kurucaşile (tabelada bir türlü okuyamamıştım, ilk defa duyduğum bir yer olmasından mütevellit) arasında olan şirin bir belde. Yaz aylarında eminim daha şendir ama biz gittiğimizde çok sakin bir Çakraz'la karşılaştık. Çay içmek için bir yerde oturduk sahil kenarında ve yine biraz foto çeksek iyi olur dedik. Bu arada deniz kenarında bırakılmış iki sandalye de Betül'le 'yalnızlık/ayrılık' temalı fotolar çekmemize baya yardımı oldu. :D

Ve dönüş yolu, çok şenlikliydi. Diyorum ki, bir yerleri gezecekseniz böyle, kesinlikle turla gitmek gerek, gezdiğimi anladım inanın. Yol boyunca yaşadığımız bi dolu komiklikle, gezdiğimiz yerlerle çok eğlenceli bir geziydi. Umarım herkesin yolu bir kere olsun Amasra'ya düşer. :)

Edit Büdüt: Beisa, Betül, Hatice Teyze ve Gültekin Amca'ya her şey için teşekkürler.. :)

fatoş' bildirdi ve kaçtı.


Bunu dedi ( 5 ) kişi

We ♥ Guitar Hero!

Aaaaagh! Çok özlemişim ya şurayı! 

Evet, geçen hafta fatoş' bize geldiğinde, birazdan detaylarını anlatacağım bilgisayarımın bozulması olayından beri, eski, yapyavaş bilgisayarımı kullanmakta olduğum için, blogger'a girmeye üşeniyordum. İlginç bi şekilde, bilgisayarın hızlıca girebildiği tek sayfa Facebook'tu çünkü. Ayrıca, o bilgisayarın da bir zamanlar üstüne bir bardak kola dökmüş olduğumdan dolayı, tuşlar basılı kalabiliyor ve büyük çoğunlukla benim yazma hızıma yetişemediği için, yazmaya çalıştığımda genelde anlamsız harf dizileri ortaya çıkarıyordu. O yüzden anca 140 karakterlik twitter'da bi şeyler yazabiliyordum.

Neyse, buraya giremememe ve bilgisayarın nimetlerinden bi süre faydalanamama neden olan olaysa aynen şöyle gelişti. Biz odamda oturmuş, boş zamanımızı Guitar Hero oynarak dolduruyorduk ve ikimiz de bu konuda çok iyi olmadığımızdan dolayı, ancak Easy'e cesaret edebiliyorduk. Birden kardeşimin Expert'te oynadığını açıkladım fatoş'a ve onu oynarken izlemeye karar verdik. O bizim takip edemediğimiz notalara basabildikçe biz gaza geldik. Odaya döndüğümüzde Medium'da oynamak için yeteri kadar etkilenmiştik. Oysa hesaba katmadığımız bir şey vardı: Benim haddinden fazla terleyen ellerim! Easy'de bile, fatoş' klavyeye geçmeden önce tuşları bi silmek durumunda kalıyorduk illa ki. Haliyle Medium'da çok daha fazla ter döktüm! :o Ne kadar fazla olduğunu, ben Beat It'i çalmaya çalışırken, birden yön tuşları çalışmadığında anladık. Sonra bilgisayarı kapatıp açmaya karar verdiğimizde, açılmadı! Su bile dökmemiştim, yere bile düşmemişti oysa...

Biraz önce bilgisayarım servisten geldi ! Format bile atılmamış. Şu an çok mutluyum ama hikaye böyle bitmeyebilirdi. Yazar burada "terli terli bilgisayar oynamayın!" demek istiyor, evet!

Ben geri döndüm ..  ! :)


Bunu dedi ( 4 ) kişi

BBS Ayın Sanatçısı - Jehan Barbur

beisa'yla üşengeçlik yapıp bi türlü bu ayın sanatçısını yazamadık bu sefer. Ben de şu an fırsattan istifade, canım sıkılıyorken yazayım dedim. Şöyle bi arşivi karıştırdım da nedense hep yabancı müziklere takılmışız. Dedik bu sefer Türkçe şarkı söyleyen biri olsun, gözümüz gönlümüz açılsın ama di mi?

Ve işte bu ay için seçtiğimiz sanatçı, Jehan Barbur. 1980 Beyrut doğumlu, Bilkent Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölümü mezunu sanatçı, üniversite yıllarında müzik ve tiyatroyla amatör olarak ilgilenmiş. Mezuniyetinin ardından müzikle profesyonel olarak ilgilenmek için İstanbul yollarını tutmuş ve bir çok projede farklı müzisyenlerle vokalist ve söz yazarı olarak çalışmış.

2009 yılında çıkardığı 'Uyan' adlı albümüyle, kendisine has sesi ve şarkılarıyla da dikkatimizi çekmiş bulunmakta. 'Uyan' albümündeki çoğu şarkıyı severek dinledim. Dinlemekten bıkmıyorum hatta. Özellikle 'Leyla' adlı parçasına bayılıyorum, sizle de paylaşacağım. Tam da bu aralar yeni albümü 'Hayat'la yine gönlümüzü fethedecek bence. Sabırsızlıkla bekliyoruz. :)

İşte bu da 'Leyla';







"Dünya leyla olmuş, unutmuş aşk nerde, dönüp durmuş hep boş yere..
Dünya hülya olmuş, gerçekleri bitince senle bende hayat bulmuş.. "


Bunu dedi ( 1 ) kişi

Mim - Söyleyemediklerimizi Söyleyelim !

Fatoş'un günler önce "bir mim başlatalım!" diyerek ortaya attığı fikri, nihayet bugün tesadüfen girdiğim yabancı bi kızın blogunda bulduğum konuyla gerçekleştirme şansını yakaladım ! :) tabi, onlarda "mim kültürü" var mı, emin değilim. Ama konu, epey düşündürücü ve samimi olunduğu takdirde, epey rahatlatıcı geldi bana. Çünkü mimin konusu '10 farklı kişiye söylemek istediğiniz 10 şey'. Aslında gayet açık. Bu yazıda mimlenenlerden istediğimiz, çeşitli nedenlerle söyleyemediğiniz, içinizde kalan şeyleri, en azından birazcığını söylemeniz. Tabi ki isim kullanmak zorunda değilsiniz, ama isterseniz takma isim, baş harf falan kullanmak serbest ! Bir kişiye istediğiniz sayıda cümle yazabilirsiniz :)

Kuralları verdikten sonra, kendiminkilere geçiyorum -ki ilk maddede bi kuralı çiğneyerekten, bi şeyi iki kişiye birden söylüyorum çünkü onlar ayrılmaz bir bütün ! 

> hey ! siz ikiniz ! :) twilight'ın yeni filmi ne zaman geliyor? :p :*
> kendimize, sevdiklerimize, sevmediklerimize taktığımız bütün lakaplar.. telefon konuşmaları, dedikodular, "şaka"lar.. zaman da uzaklık da değiştiremezmiş hiçbir şeyi :)
> uzun zamandır asansörlerde çığlık atmadık seninle, acilen bi asansör bulmalıyııııızzzzzzzz!! :)
> o zamanlar nefret ettiğimi sanıodum, şimdi de özlediğimi sanıorum, çok ilginç !
> sanki sen yaz tatilindeymişsin de, ben de bu sıkıcı yerde dönmeni bekliyormuşum yine eğlenebilmek için.. senelerdir böyle..
> boyama yaparken hangi rengi seçeceğimize karar veremediğimiz zamanlarda, her şey çok daha kolaydı sanki :) tekrar o kadar yakın olmak, zor geliyor nedense..
> "çocukluk aşkı"mı senelerce nasıl dinledin o kadar, hala aklım almıyor ! :) özledim ki ben seni..
> itiraf et, sen de beni seviodun! :p :D
> bi gün bi yerlerde karşılaşacağımızı biliyorum !
> aslında, sana her şeyi söylüyorum zaten, bi şekilde.. söylemesem de biliosun bence.. sadece senin olmadıın bi liste yapmak istemedim :) hepsi bu..

İtiraf etmeliyim ki, oldukça zorlandım şunları yazmak için, bi kısmı biraz geyik olsa da :)

ve şimdi, mimlenen şanslı blogları açıklıyorum : Süpernova, Andıran Otu, Diğer Tarafta, Göğe Bakma Durağı, Çapulcu Haritası, Mrs. Lovett, Mia Wallace. Bi de mim konusu hoşunuza gittiyse, siz ! :) Ama yazacak olursanız, bize de haber verin de okuyalım. Olur mu?


Bunu dedi ( 8 ) kişi

Akrebin İzdüşümleri

Bu aralar her gördüğüm şiiri beğenir oldum, gariptir ki şimdiye kadar pek fazla şiir okuyan biri değildim. Her şey, beisa'nın sevgili kardeşi betül'ün kişisel blogu 'göğe bakma durağı' ile cereyan etti. Evet, şiir okumadığımı söylemiştim, o yüzden de bu güzel ismin, bi şiirin başlığı olduğu bilmiyordum. Turgut Uyar'ın 'Göğe Bakma Durağı' sanırım şu zamana kadar duymuş olduğum şiirlerin içinde en iyilerinden biridir.

Ama bugün burada paylaşacağım şiir, çok farklı.. Çünkü ünlü bi şaire ait değil ama şair olmaya karar verse, çok ünlü bi şair olacağından eminim. 'Akrebin İzdüşümleri' beisa'nın lise arkadaşı Damla'nın çok güzel bi şiiri ve ben de tam şiire merak sarmışken bu şiiri blogda paylaşmalıyım dedim.

Akrebin İzdüşümleri

Ben küçükken
Kök on üçtü uğurlu sayım
Annem kediler asardı çamaşır iplerine
Sesime usulca bırakılan bir virgül gibiydi
Babamın betonlara vuran gölgesi
Baykuşlar fal bakardı, papyonlar takardı
Deterjan kutularında kuruttuğum kelebeklerim
Benekleriyle göz kırpardı
Bileziklerim vardı o zaman siyah ojelerim
Yakan top denilen katliamlarda kaç arkadaşımı yitirdim

Ben küçükken hiç deniz görmemiştim
Vahim bir sevgi salgınıyla ölürdü balıklar duyardım
Saçları dökülmüş bir deniz kızı otururdu küvetimizde
Şırıngalar kullanırdı bileklerini keserdi kuyruğunu çırpardı
Annem kokulu sabunlarla ovardı yaralarını
Tuzlu deniz şarkıları mırıldanırdı hep
Dudakları kanardı

Ben küçükken
Kitapların arasından kurumuş kılçıklar çıkardı
Kumdan kaleler yıkılırdı avuçlarımdan
Deniz anaları yumurtalarını kalbime bırakırdı
Balıkçılar kendi ruhlarının avına çıkardı tuzlu sularda
Annem susardı
Yelkenler tıkardı hep ağzını
Babam hiç arkasına bakmazdı

Ben küçükken hiç aşık olmamıştım
Hiç kurşun dökmemişlerdi avuçlarımda
Ben küçükken
Büyük bir çakıl taşıydım
Şimdi ufaldım.

beisa'dan edit : Damlaaa ! Yine yaz, hep yaz. Bana gönder sonra, özledim zaten. :* )


Bunu dedi ( 6 ) kişi

Chat Chut..

Bakın bakın ne dicem !

Bu alttaki uzun, gri çubuğumuz var ya bizim; Facebook grubumuzun, Twitter sayfamızın linklerinin bulunduğu, site içi araması yapabildiğiniz, son gönderilen yazılara ulaşabildiğiniz ya da "Gelişigüzel"le BBS'de henüz okumamış olduğunuz yazılarımızla karşılaşabileceğiniz çubuk... İşte orada, bence hepsinden daha güzel bi özellik var: Chat ! Yazmanız için illa birilerinin online olması gerekmiyor. Çünkü önceden yazılanlar da gözüküyor :) Aklınıza geldikçe uğrayın, bişiler karalayın, aklınıza ne gelirse, biz de karşılık verelim, saçmalayalım, geyik yapalım. Güzel olur bence, tanışır kaynaşırız :) 

p.s : Gelmişken bi şarkı paylaşayım dedim; Aaron'dan U-Turn. Je Vais Bien, Ne T'En Fais Pas isimli filmde geçiyor. Şarkıyı dinleyince, filmi izlemek isteyeceksiniz muhtemelen :) O yüzden tavsiyeler düzmeme gerek yok buraya. 


p.s 2 : fatoş'un şarkıyı çok depresif bulmasının sonucunda, ki ben günlerdir dinlediğim için kanıksamışım sanırım, ilk dinleyişte ne kadar hüzünlendirdiğini unutmuşum, aynı grubun bi de Little Love isimli şarkısını paylaşmaya karar verdim ! :) bi yerlerden tanıdık gelirse de, şimdiden söyleyeyim, Gossip Girl'den..



'don't worry, life is easy..' (: 


Bunu dedi ( 8 ) kişi

Bok (Bu bi selam tamam mı?)

Postcrossing'e üye olanlar bilirler. Hesabınıza girdiğinizde sol üst köşede profil fotonuzun yanında, her açtığınızda farklı bir dilde selamlar postcrossing sizi, uluslararası bir site olduğundan mütevellit.

Ama bu sefer bir değişik selamladı, sanırım yıldızlarımız küsmüş.

Bkz: Bok, Fatma! (Çok kızmış, ünlem de var)

Edit büdüt: Hangi dilde selam demek bilen var mı acaba bunu? Ona göre kompleks yapacağım da.. :D Zuhaaahhaaa !

Edit büdüt 2:
kormemundi blogunun sevgili yazarı sağolsun bizi aydınlattı, hırvatça imiş :D şimdi bunlar birbirlerine 'bok' diyerek mi selamlaşıyorlar? :D




Bunu dedi ( 7 ) kişi

Sıkı Can İyidir?!

Şöyle afili cümleler kurmak istiyorum, ama o kadar sıkıldım ki ilginç isim tamlamaları, eğlenceli sıfatlar bulmakta zorluk çekiyorum şu an. Bu nedenle, istemeden de olsa, doğrudan konuya gireceğim. 3 günlük fatoş'un evindeki Mersin tatilim dışında, bütün yazımı, bu sene sıcaklıkta kendini aşan Ankara'da geçirmiş olmam bi yana, bu süreçte, bütün arkadaşlarımın şehir, hatta ülke sınırları dışında olmaları dolayısıyla, odamdan çıkmama rekorumu kırmak konusunda büyük adımlar attığımı söyleyebilirim. İşin kötüsü, evde oturdukça içim şişiyor resmen ve halihazırda küçücük olan odama sığmakta zorluk çekiyorum. Kendimi, Harikalar Diyarı'ndaki tavşanın evini ziyaret edip masanın üstünde bulduğu kurabiyeden yediği için aniden büyüyen ve kolları, bacakları evin pencere ve kapı gibi bilimum deliklerinden taşan Alice gibi hissediyorum ! :)

İzlemediğim dizi kalmadı, masamda 3 tane kitap var şu an ve 2 tane de film hızla bilgisayarıma iniyor. Ama takdir edersiniz ki, bütün bunlar, bir süre sonra yetmiyor. Nitekim, Google'a "what to do on internet?" yazacak kadar ne yapacağımı bilmez durumdayım şu an. Asıl ironik olan kısımsa, sitelerde cidden böyle listelerin olması değil, o listelerdeki maddelerin çok büyük bir çoğunluğunu zaten yapmış olmam. Flash oyunlardır, Stumble Upon'dur, masaüstü için duvar kağıdı aramadır, hızlı yazma alıştırmalarıdır, blog tutmaktır.. Hepsini yaptım ! Hatta bi tanesinde çıkmaz mı, Otostopçunun Galaksi Rehberi'ni okuyun diye?! Okuduğuma sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim ! :)

Demek istediğim, cidden, siz ne yapıyorsunuz ya şu bilgisayarın başında? Facebook, Twitter.. bi yere kadar, öyle diil mi? :)


Bunu dedi ( 7 ) kişi

BBS Ayın Sanatçısı - Chic Gamine

Heyoo ! Hala hasta ve öhö öhö modunda sesleniyorum size. Sesim çıkmıyor da olabilir bile :o Sadece grip olmakla kalmamış, boğazımı da kaybetmiş bir insanım ben. Ama bu sayede blogla ilgilenmeye başladım yeniden, fena mı oldu? :)

Aslında bu ayın sanatçısını çoook önce yazacaktım, hem de taa bi ay önceden "buldum buldum, yeni ay sanatçısı Cheryl Cole olacak, ebet ebet" diye dolanıyordum ama şu an bi üçyüzaltmış derece etrafımda döndüm, sonra da yüzseksen derece sağ ayağım üzerinde ve kararımı verdim. Cheryl Cole artık öbür aya kaldı.

Dün tesadüfen şu blogların üst kısmındaki navbardan sürekli "sonraki blog" diye giderken bi bloga denk geldim. Burdan onun da reklamını yapayım hemen, Evrensel Müzik. "Vay" dedim büssürü albümler, ne ararsan var. Malum kendim de bi korist olunca, etiketlerden akapella müzik adına ne varmış diye bakayım dedim ve böylece Chic Gamine'i bulmuş oldum.

Açıkçası grup hakkında pek bi bilgim yok. 1999'dan bu yana beraber şarkı söyleyen dört adet hatun ve başlarında bir erkekten oluşan vokal grubu, albümlerinde dinlediğim şarkılarının hepsinde enstrüman kullanmış ama vokal perküsyonları da gerçekten çok iyi. 2008'de çıkardıkları kendi isimlerinde olan Chic Gamine albümlerindeki bütün şarkılara da bayıldım, ingilizce şarkılarının yanısıra fransızcalar da var. Ebet şiddetle dinlemenizi tavsiye ediyorum.

Ee ben buraya en çok sevdiğim bir parçalarını koyayım da dinleyin siz bi:
Chic Gamine - I Don't Lie


Bir de MySpace adresleri var, şurda; bir de kendi siteleri var, burda.

Bisou Bisou (bkz: fransızca öpücükler)

Edit Büdüt: Bir de hiçbir yerde şarkıların sözlerini bulamadım. Çok mutsuzum. Bulan olursa bana da iletin noluuurr :(


Bunu dedi ( 2 ) kişi

Pür Neşe Hastalık

Hastalık hali, her ne kadar kötü olsa da bazen iyi yanlarını da görmüyor değiliz. Mesela ben her grip olduğumda veya boğazım ağrıdığında, antigribal (böyle bir şey var mı bilmiyorum) ve antibiyotik (böyle bir şey var biliyorum) ilaçların etkisinde bir manik neşeyle karşılaşıyorum ister istemez. Artık, böyle anlarda, beisa hemen farkediyor zaten, 'antibiyotik mi aldın sen' diyor. Alakası yok aslında, bence tamamen şımarıklık.

Açıklayayım. Çünkü hasta olununca evde, okulda, arkadaşlar arasında vs. bulunduğun çevredeki insanlar, hasta olan kişinin bir kedi kadar masum bakışlarından, biraz öhö öhösünden, ve olaki sesinde de değişiklik varsa, o sesi artık duymak istemediklerinden mi yoksa acıdıklarından mı bilinmez, bir şefkatle yaklaşır malum kişiye. Ee bunu kullanmamak olmaz diye düşünen hasta şahıs da en acıklı halini takınır daha çok şefkat için. Sonrası bir döngü halinde, şefkat-şımarıklık diye gider.

Her istediği ayağına gelir. Bazen istemediği şeyler bile, ıhlamur, ilaçlar, zorla içirilen meyvesuyu, süt vs. Artık onlara da katlanılır. Ama yine de sevilmeyen bir şeydir hasta olmak. O yüzden bu şefkate ihtiyacı vardır hastanın, hemen iyileşebilmek için işte.

İşin ilginç yanı, hasta olduğunda o ana kadar yemediğin bütün meyveler yenir, içmediğin kadar sıvı tüketilir. Hatta bunu günde kaç kere sifon çektiğinizi düşününce farkedebilirsiniz. En hareketsiz kaldığın zaman dilimidir. Artık yastık ve bilimum peçeteyle haşır neşirsindir. Hatta bir süre sonra peçeteler bi dağ haline gelebilir.

Bir de son olarak diyeceğim o ki, özellikle gripken sesin değişmesi nedense hasta kişinin çok ilgincine gidiyor olmalı ki, habire konuşur. Öyle böyle değil. Yeni, değişik bir sese sahip olmak, kesinlikle kullanılmasını gerektirdiğinden değil ama sürekli hasta olan bir insan değilseniz, bence o sesi duymak gerçekten eğlenceli olabilir. Ben şimdi evde muzdarip bi şekilde, hem de yapayalnız duruyorum. Aslına bakarsanız, meyvesuyu getirenim de yok, sesimi duyuracağım kimse de yok. Hatta az sonra bu yazıyı bitirip, yoğurtlu makarna yapmaya gideceğim.

Edit büdüt: Şefkat gösterin bana ! :(


Bunu dedi ( 10 ) kişi

Yeni Bir Film : Facebook

David Fincher'ın çekimlerini tamamladığı yeni filmi 1 Ekim 2010 tarihinde gösterime girecek. "The Social Network" dünyanın en çok ziyaret edilen ikinci sitesi olan Facebook'un kuruluşu ve kurucusu Mark Zuckerberg hakkında. Facebook'u 2003 yılında Harvard'da öğrenciyken oluşturup dünyanın en genç milyarderi olan Mark Zuckerberg'in, 500 milyon arkadaşı birkaç düşmanı olmadan edinemeyeceği belirtilen filmde, anladığım kadarıyla, Mark'ın karşılaştığı kişisel ve hukuki sorunlar anlatılıyor.

Çok açıkça görünüyor ki bir başarı öyküsü izleyeceğiz. Bu başarıyı çekemeyen insanlar olacak. Böyle düşününce çok da ilginç olmadığı izlenimine kapılıyor insan. Yine de, hayatımızın önemli bir iletişim aracı haline gelmiş bu siteyi kullanarak film çekmek bile zekice bence :) Çünkü diğer bilimsel başarı örneklerinden farklı olarak, çok da yabancılık çekmeyeceğimiz bir konu bu. Sırf bu nedenle bile izlenebilir, hatta birilerine ilham kaynağı bile olabilir diye düşünüyorum. Ayrıca David Fincher'a da güveniyorum, tabii ki! :) Bekleyip göreceğiz. 

Filmin resmi web sitesinden daha fazla bilgiye ve resimlere, trailer'lara, filmin soundtrack'lerine ulaşabilirsiniz :) 

p.s : afişi güzel olmamış ama :|


Bunu dedi ( 5 ) kişi

Bir Gossip Girl Çakması !

Pek televizyon insanı sayılmadığımı önceden söylemiştim, ki bunun en büyük nedeni Türk dizilerinin çoğunu yeterince izlenesi bulmamamdır herhalde. Uzattıkça uzatılan roman uyarlamaları, birbirinin kopyası polis-hırsız kovalamacaları, şiveyle ya da konuşma bozukluklarıyla güldürmeye çalışan sitcomlar falan.. Çok yaratıcı değiliz galiba bu konuda -şimdilik. Bi de Küçük Sırlar'la yabancı dizi uyarlamalarına başladık, sonumuz hayır olsun diyip Gossip Girl kaynaklı söz konusu dizi hakkındaki yorumlarıma hemen geçiyorum.


Evet. Öncelikle sarı ve uzun saçlarının Serena'nınkilere benzemesi dolayısıyla Su rolünü kapmış Sinem Kobal'ın şansına diyecek bir şey bulamıyorum. Ne yazık ki benzerlikleri bu kadarla kalıyor. Zira, oyunculukları arasındaki farkları geçtim, Su gerçekten su kadar saf :p ama dizideki tek hem "güzel" hem başarılı hem iyi karakterimiz o olduğu için erkekler hep ona aşık oluyor. Ayşegül ne kadar sinir olsa haklı bence bu konuda. Zaten o daha güzel ve çok daha zeki. Bu yüzden Su gibi iyi olacağıma Ayşegül gibi kötü olurum daha iyi ! :p Ayşegül'ün arkasındakilere değinmenin yer israfı olacağını düşünmekle birlikte, Heves'in gerçekte Demir'le birlikte olduğunu da şaşkınlıkla belirtmek istiyorum! Demir demişken, Çavdar Tarlasında Çocuklar okuyan, gitar çalıp Beirut dinleyen, kardeşine "Ev Cini Dobby" diye seslenen o çocuğu niye Su'ya aşık etmiş senaristler anlayamıyorum. Su bunların birini biliyor mu, bana söyleyin ya! Bir de Çet'e kendini ispat etmeye falan çalışıyor. O Chuck'tan bozma Çet de kaç sene sınıfta kaldıysa arabayla okula gidip okulun bahçesini otopark niyetine kullanıyor. Ailesinden ayrı evde yaşayan lise öğrencisi Ali'ye ise ne desem boş :p

Sonuç olarak, kızların okulda süper minilerle ve makyajla dolaştığı, erkeklerin kızlardan fazla dedikodu yapıp iş çevirdiği bir diziyle karşı karşıyayız haftalardır. Ve ben bu diziyi izliyorum! Kaçırırsam internetten falan buluyorum. Gossip Girl gibi sürükleyici değil, hatta illa birileriyle muhabbet halinde izlemem gerekiyor sonunu getirebilmek için ama çok eğlenceli oluyor sonrasında yapılan geyikler :p Yazımın güzel geçmesini sağlayan şeylerden biri bile diyebilirim biraz daha durursam, o yüzden hemen gidiyorum ! U know u love me, xo.. Ay! Yanlış oldu bu :p

p.s : Gossip Girl'ün her bölümdeki güzel güzel ve farklı farklı müziklerinden sonra Atiye'li, Aylin Aslım'lı şarkılar beni pek sarmadı ama.. Tek sorunu bu olsa, di mi? :)


Bunu dedi ( 10 ) kişi

12 Dev Adam, Referandum vs.

Bugün herkesin içi buruk. Referandum sonuçlarının ardından, biraz olsun sevinmeyi düşündüğümüz Dünya Basketbol Şampiyonasının finali Türkiye-Abd maçında, dünya 2.si olduk. Aslında her ne kadar kötü bir oyun sergilesek de, 2. olmak da hakkı yenilir bi sonuç değil.

2. olduğumuz için üzülüyoruz, farkında mısınız, bu nasıl da güzel bir gurur ! :)

Bir gün önce yaşadığımız coşkunun ardından, dünkü süt-liman hava çok garipti ama..

Neyse, şimdi asıl gündem, anayasa değişikliği referandumu ve sonuçların ardından durumların nasıl değişeceği. Asıl bundan sonra herşeyin hayırlısı olsun diyebiliriz sanırım. Ama her şey bir yana, ben bir de seçimde sandığa gitmeyen 13 milyon seçmene ne diyeceğimi bilemiyorum.

Edit Büdüt:


Bunu dedi ( 3 ) kişi

Uh Ah Dev Adam ! 12 Dev Adam Finalde !

Dün sanırım hepimiz tarihi bir maça tanık olduk.. Yarı finalde Sırplarla yaptığımız maç için turnuvanın en zorlu maçlarından biri olacak derken, 12 Dev Adam yine yüzleri güldürdü. Hele son 3 dk. sanırım herkesin kalpleri gitti geldi.. :)

Şimdi sıra ABD'de. 12 Dev Adam'a şimdiden başarılar !!

Uh ah dev adaam ! 12 Dev Adaaam ! Uh ah dev adaam ! Hey Hey Hey Hey !

Edit Büdüt: Son saniyeleri yeniden izlemek isteyenler için;







Bunu dedi ( 5 ) kişi

Bayramlar gibisi yok aslında !

Eskisi gibi değil bayramlar artık. Eskiden babannenin, anneannenin ya da ailenin en büyüğü kimse artık, onun evinde tüm aileler toplanır, sabahın en erken saatlerinde uyanılır, güzel bir kahvaltı, belki üstüne bir kahvenin ardından, küçükten büyüğe sıralanıp eller öpülürdü. Harçlıklar ceplere doldurulurdu. Tabi şekerler, çikolatalar da. Şimdilerde öyle bireyselleşti ki aileler, kendi içlerinde bile.. Bir yandan eskinin özlemi, yaa biz mi büyüdük acaba diye de düşünmeden edemiyor insan.

Yine de ben bu bayram, herkesin gönlünce, en hayırlısıyla, şekeriyle çikolatasıyla taptatlı bir bayram geçirmesini diliyorum. Cebinizden harçlıklar, kalbinizden sevgi hiç azalmasın.

İyi Bayramlar ! :)


Bunu dedi ( 6 ) kişi

Dünya Basketbol Şampiyonası : Türkler Uçuyor!


Benden pek sık okuyamayacağınız türde bi yazı bu, sporla ilgili olması dolayısıyla. Çok ilgimi çeken bi alan olmadı hiçbir zaman, ama daha fazla kayıtsız kalamicam! :) Aslında, Yunanistan maçından sonra da bi yazı yazmıştım; taa Dünya Basketbol Şampiyonası'nın 3 dakika süren Cirque du Soleil'li, Müslüm Gürses'li, ülkemizin olmazsa olmaz gösteri grubu Anadolu Ateşi'li ve Memet Ali Alabora sağolsun, bolca esprili (!) açılışıyla başlayıp bi maçta scoreboard'un bozulmasına, ponpon kızların ya çıkmamasına ya da şalvarla çıkmasına kadar uzanan bir yazı olmuştu ki, 100. yazımızın hala yazılmadığı bi döneme denk geldiği için gönderemedim.

Ancak şimdi, milli takımımız 6'da 6 yapmışken, hatta bu başarıyı son iki maçtır gayet rahat alırken, bunlardan bahsetmeye hiç niyetim yok. O çok sevdiğim, Türk Hava Yolları'nın skydiving'li Türkler Uçuyor reklamının mecazi olduğunu sanıyordum oysa! :) Çok büyük çoğunluğu Fas ya da Cezayirli olan siyahi Fransızları (!) da açık farkla yendikten sonra, ben bile havalardaydım resmen.

Ama 12 Dev Adam şımarmasın! İşin komiği de bu aslında, önceden de böyle olduğumdan emin değilim ama, durmadan oyuncuların duygudurumlarını incelerken buluyorum kendimi. "Hemen moralleri bozuluyor", "Çok şımardılar!", "Üzüldü ya, şuna bak" gibi yorumlarım eksik olmuyor, maç süresince. Sonra blokları, top çalmaları, topa ayak koymaları (!) falan kaçırıyorum tabi haliyle :)

Sıradaki maçı bekliyorum; böyle 4 yılda bir falan izleyince seviyorum aslında sporu :p Futbolda, olimpiyatlarda falan da öyle.. Bakın, bu da o reklam, izlemeyenler vardır belki hala diye. "Bize birkaç tane smaç gösterebilir misiniz?" :)




Bunu dedi ( 1 ) kişi

100 !

100. yazımız ne olsun diye hummalı bir tartışma içerisindeyken, zaman nasıl geçmiş, nasıl da böyle günleri geçirmişiz BBS'ye bir kelime bile yazmadan bilmiyoruz.

Valla.

Eh biraz da tembellik var tabi, olur olmaz canı isteyince yazan iki blog yazarıyız beisa'yla ben ne de olsa. Derken en son karar verdik ama, 100. yazımızı artık yazacağız dedik.
Şöyle olsun, böyle olsun konuşurken, blog açıldığından bu yana yaşadığımız şeylerden kısa kısa
bahsedelim istedik.

Öyle ki en başında biz bi blog açalım, büssürüü izleyicimiz olsun, çok eğlenelim, izleyicilerimizi de eğlendirelim yazılarımızla derken, bi baktık, bloga çoktan isim bulmuş, yazmaya başlamışız bile. O derece hızlı başladı blog hikayemiz. Sonrası zaten, güzel bi temamız olsun, ay işte müzik de koyalım, yok başka blogların da reklamını yapalım falan fıstık.. Hani herşey için üstüne düşünüp de blogladık. Hal böyle olunca, BBS artık çocuğumuz gibi oldu. Yazı yazmadığımız zaman sanki çocuğunu ihmal eden bi anne gibi üzüldük.

Valla.

Sonuçta biz iki psikolog, kod yazmayı, değiştirmeyi bile öğrendik. Lütfen, hiç kolay değil gerçekten. Bana bu kadarı kafi yani.

-Söz sende beisa diyorum ve sözü beisa'ya bırakıyorum.

Kod yazıp sağını solunu düzelterek, illa ki bi şeyler ekleyip çıkararak ve paylaşasımızın geldiği ne varsa, bi şekilde anlatarak koskoca da 1 senemizi doldurduk geçenlerde. Ve o 1 senede, şu blog aleminden çokça yazar tanıdık. Kiminin yazdıklarını birbirimize gönderdik, kimisiyle buluşmaya karar verip ayarlayamadık, kimisini kıskandık, kimisini ise pek beğenmedik :p Hepsi de kendi blogumuzun nasıl olabileceğine dair fikirler sundu bize ve günden güne geliştirdik kendimizi bu sayede. Her ay başında BBS Ayın Sanatçısı'nı seçmeler, yazılara görsel aramalar, "Bunu bloga yazmalıyız!"lar.. Ve tabi, bu yazılara yapılan yorumlar.. Çoğu zaman beğenildi ikimizin de yazıları; bazense sert tepkilere maruz kaldık Adsız'lar tarafından. Belirtmeden geçemezdim.

Valla.

Biz iki psikolog, işi gücü, ödevi, sınavı bırakıp 2010 Blog Ödülleri'ne bile katıldık. Baktık, bunun için reklam gerekiyor, bi Facebook, bi Twitter grubu kurduk. Davet ettik hep tanıdıklarımızı, gözümüz takip eden, 'like' yapan sayısında; paylaşmaya oralardan devam ettik, bazen buraya bile yazmadıklarımızı. Ve BÖ!2010'un sonucunda ilk 5'e girdik. Çocuğumuz gibi dedik ya, gururlanıyoruz bile şimdi o günü hatırlayınca.

Valla.

Son sözü söylemek zor olacak ama, daha nice 100 yazı yazarız umarım. Bazen az, bazen çok.. Neyse ki, eğlenişimizi izleyenler oldu bu zamana kadar ve biz de anlayabildik ne kadar çok eğlendiğimizi :)


Bunu dedi ( 0 ) kişi

Miss Universe 2010

Bu gece, saat 04.00'te Las Vegas'ta gerçekleşen ve cnbc-e ve e2'den canlı olarak yayınlanan Miss Universe 2010'un birincisi Meksikalı Jimena Navarrete oldu. Jürinin, yapımcılardan illüzyoniste kadar birçok farklı kişiden oluştuğu yarışmayı annemle birlikte izledik. Bizim Gizem Memiç, Japonya'da ödül alan Mevlana kostümüyle sahneye çıktığında, ki görmediyseniz sadece tek gözünü açıkta bırakan bir kıyafet olduğunu belirtmekte fayda var, biraz hayal kırıklığıyla, diğer favorilerimize biraz daha şans verdik ve ortak beğendiğimiz Rus ve Kolombiya güzelleri ilk 15'e girdi :) Ancak bundan sonrasında jüriyle zevklerimiz pek uyuşmadı ve ikisini de mayolu geçişlerinden sonra ilk 10'a almadılar!

Araların, adayların Las Vegas'ta kaldıkları, gezdikleri yerlerin; havuz, deniz ve gece eğlencelerinin görüntüleriyle doldurulduğu yarışmanın son 5'ine geldiğimizde, ben büyük bir hayal kırıklığı içerisindeydim şahsen. Beğendiğim herkes gitmişti ve geriye kalanlardan tek beğendiğim Meksikalıydı zaten. Annem yanımda uyuklaya uyuklaya, adayların son sorulara verdikleri cevabı dinlerken, ben Jameikalı adayın ilk 5'e kalmasına anlam vermeye çalışıyordum ki, kendisi neredeyse Miss Universe 2010 olacaktı! Sonunda, taç Jimena Navarrete'nin oldu ve geçen senenin birincisi Venezuelalı Stefania Fernandez, tacını ona teslim etti. Biz de gönül rahatlığıyla uyuyabildik güneş doğmadan hemen önce :)

Sonuç olarak, en çok dikkatimi çeken şey ise, sunucu Natalie Morales'i, duruşunu ve kıyafetlerini, bizim bu güzellerden daha çok beğendiğim oldu! :) Yine de eğlenceli bi geceydi ve hemen bunu BBS'ye yazmalıyım dedim.

p.s : 28'ini 29'una bağlayan Pazar gecesi de 62. Emmy ödül töreni var. Hakkında daha detaylı bir yazı yazmaya çalışacağım, ama yazamazsam kısaca tek temennim Hugh Laurie'nin artık bir ödül alması. Yeter ya, gözümün önünde günbegün yaşlandı adam, sizin umrunuz değil! :p


Bunu dedi ( 2 ) kişi

Gecenin Sürprizi

Geçen yıl tam da bugünki yazım BBS: Perseids !'te de bahsetmiştim.. Bugün Perseids denen meteor yağmurunun en yoğun gözlemlenebildiği gün.. beisa~ sağolsun hemen hatırlattı bu güzel olayı ve ben de zaman kaybetmeden bloglayım dedim..

Bir kere daha bilgi vermek gerekirse, "Perseids göktaşı yağmuru", en çok bilinen göktaşı yağmurlarından biri. "Swift-Tuttle" kuyrukluyıldızından kopan parçalarla yörüngemiz kesişince işte bu enfes doğa olayıyla karşılaşıyoruz. Her sene temmuz sonu-ağustos başı gibi çıplak gözle gözlemlenebiliyor. Ama en yoğun olduğu gün 12 Ağustos'u 13 Ağustos'a bağlayan gece..
Yani bu gece !

Bence bu şöleni kaçırmak istemezsiniz, evet evet. :)

Bulutsuz, şehir ışıklarından uzak, bol yıldızlı, güzel bir gece dileğiyle..




Bunu dedi ( 0 ) kişi

BBS Ayın Sanatçısı - Rachael Yamagata

Rachael Yamagata, BBS Ağustos Ayı Sanatçısı olarak seçmeyi düşündüğüm Fiona Apple'ın şarkılarını dinlerken, Last FM'de "Benzer Sanatçılar" sayesinde keşfettiğimde kararımı değiştirmiş, etnik kökeni baya karmaşık şarkıcı ve söz yazarı. Öncelikle özür dilerim Fiona, ama Rachael Yamagata'nın "dumanlı" sesini çok daha fazla beğendiğimi söylemeliyim.

1977 doğumlu, Amerikan-Japon asıllı bir baba ve İtalyan-Alman asıllı bir anneye -karmaşık demiştim!- sahip, piyano ve akustik gitar çalan Rachael Yamagata, öncelikle 6 sene boyunca Bumpus isimli bir grupta söz yazarlığı ve vokalistlik yapmış, ancak yazdığı şarkıların grubun tarzıyla uyuşamamaya başlamasıyla yolları ayrılmış. Şu anda ise, 2004 yılında çıkmış Happenstance ve 2009 yılında çıkmış Elephants... Teeth Sinking into Heart isimli iki solo albümü var. Üstelik şarkılarının The O.C, How I Met Your Mother, Nip-Tuck, One Tree Hill gibi dizilerde ve çeşitli filmlerde soundtrack olarak çalınmasıyla ününü arttırabilmiş. Ayrıca, birsürü sanatçının albümlerinde gerek vokal, gerekse bazı şarkılarda düet olarak katkıda bulunmuş. Kısacası, yetenekli bir sanatçıyla karşı karşıyayız diyebilirim. Ve yeni şarkılarını bulup dinledikçe, iyice sevmeye başlıyorum! :)

Onlardan bir tanesi, şarkılarından en sevileni : "Be Be Your Love" :)



Bunu dedi ( 3 ) kişi

Gazete !

Son zamanlarda, yine "son zamanlarda" diyerek başlıyorum çünkü gerçekten son zamanlarda o kadar yoğundum ki, BBS'nin doğum gününü bile kaçırdım. Bir baktım ki bütün kurdeleler kesilmiş, çoktan pasta üflenmiş, herkes gitmiş bile. Daha da kötüsü son bir haftadır bilgisayarım bile yoktu ki bir şeyler karalayabileyim BBS'ye. Neyseki artık bilgisayarıma kavuştum ve umarım bundan sonra "son zamanlarda" diye başlayan blog yazıları yazmam.

Neyse konuya gelelim. Öncelikle BBS'nin bir seneyi dolduran güzel yazılarının devamını dileyerekten yeni yaşını kutlar ve bundan sonrası için de hep böle gitmesi temennisinde bulunmak istiyorum. Her ne kadar her zaman buralarda olamasak da, her ne kadar o sol kısımda bazı günler radyo yayını yaptığımız yazdığı halde radyo yayını yapmasak da, artık bir bütün gibiyiz BBS ile. Bak "BBS-fatoş-beisa". Evet oldu bu! :)

Sonralıkla diyeceğim aslında, bu yazıyı yazma isteğim, az önce hatmettiğim Milliyet cadde ekini okuduktan sonra geldi. Bir baktım artık yazılar iyice düşüşlerde. Gazete mi okuyorum yoksa birinin kişisel blogunu mu bilemedim. Yine de okudum ama. Çoğu kişi biliyordur gerçi, Pucca denen blog yazarı arkadaşımız, Milliyette de yazıyor. Bilmem ki ben pek hoşlanmıyorum yazdıklarından ya da şöyle söyleyeyim; evet, bir blog yazısı olarak yazdıkları okunabilir bile ama gazetede 'ı-ıh! cık olmamış' diyorum. Her kesime hitap etmiyor her ne kadar okuru çok gibi gözükse de. Bunu eleştirmek bana düşmez belki ama olmamış arkadaşım! Okuyanlar bilir. Bir de aynı gazete aynı ekin son sayfasında Aziz Kedi denen arkadaşım hakkında da aynı şeyi söyleyeceğim. Kimsenin gücüne gitmesin, Aziz Kedi'yi okurken eğleniyorum bile, ama yine diyorum -cık, olmamış arkadaşım!-

nokta.


Bunu dedi ( 4 ) kişi

İyi ki Doğmuş BBS !


Fatoş'la yine sıcaktan bunaldığımız ve stajlarımızın da bitmesiyle yapacak bir şey bulamadığımız bir yaz, uzun zamandır kişisel olarak sürdürdüğümüz blog maceralarımızı ortak bi yerde toplamaya karar vermemizden bu yana tam bir sene geçmiş. İsim bulması, şablon seçmesi, hepsi ayrı zevkliydi de, açılışını kaçırdığıma çok üzülmüştüm. Eve bir girmiştim ki, çoktan yazılar yazılmış falan :) Ama ilk doğumgünü partisini kaçırmaya niyetim yok! Herkese bizden bir dilim pasta, hediyelerinizi kenara koyabilirsiniz! :p ve müzik başlamadan önce..

Bunca zamandır yanımızda olan herkese teşekkürler!

Nice mutlu yıllara BBS ! Doğumgünün kutlu olsun ! ;D


Bunu dedi ( 1 ) kişi

Sinestezi

Sinestezi, Latince bir terim ve "duyuların birleşmesi" anlamına geliyor. Beyinde, normalde olmayan öyle şeyler oluyor ki, bu olayın sonucunda kişi, renkleri duyabilir, sesleri görebilir hale geliyor, en basit örneklemeyle. Müzik dinlerken, gözlerinin önünde renk cümbüşü falan oluyor, anlatılanlara göre. Tabi ki, başka duyuların karmaşasından oluşan versiyonları da mevcut. Kulağa çok eğlenceli geliyor, "Sinestezik olmak istiyorum!" diye az dolaşmadım etrafta. Aynı olay, iki farklı duyuyla deneyimlendiği için, çok daha kalıcı bir anı olarak yer de ediyor hafızada; itiraf ediyorum, balık hafızalı biri olarak asıl ilgimi çeken de buydu! :p Oysa bu durum, sürekli çağrışımlar doğurduğundan, çok fazla dikkat dağınıklığına, içe çekilmeye neden olabiliyormuş. O yüzden vazgeçtim sinestezik olmaktan; ayların bana renkleri, isimlerin kokuları çağrıştırmasından...

Son zamanlarda çok popüler olmaya başlayan bir durum bu, kesinlikle bir hastalık değil ama ayrıcalık olduğunu da düşünmüyorum artık -dediğim gibi. Çokça araştırmalar yapılıyor hakkında, büyük sanatçıların da sinestezik olduğu varsayılıyor. Algılarındaki fazladan bir duyu, birnevi sağlama görevi görüyor, daha estetik olmalarına yardımcı oluyor çünkü. İşin komiğiyse, bu insanlar, doğuştan sahip oldukları bu sinestezik durumlarının, aslında başkalarında olmayan bir durum olduğunu genelde bilmiyor ve herkes müzik dinlerken renkler görüyormuş gibi düşünüyor. Oysa bazılarımız, değil renklerini görmek, bir notayı taklit edebilecek kulağa bile sahip değiliz! (bkz: yazar burada kendinden bahsediyor) :p

p.s : "Koskoca" psikologlar olarak biraz da bu konularda bi şeyler paylaşalım demiştik, aylar öncesinde... Bugüne kısmetmiş! :) Ben başlatayım da, devamı gelir nasıl olsaaa...


Bunu dedi ( 0 ) kişi

Bla Bla ..

Son zamanlarda BBS'yi terkettiğimiz için çok vicdan azabı çekiyorum.. Ama napalım, günlerimiz o kadar yoğun geçiyordu ki.. Bir yandan araştırma -aslında araştırma babında hiçbir şey yapmıyorduk ama bahanemizdi işte :p- bir yandan yüksek lisans başvuruları, artık okulu acilen terketmemiz gerektiğinden -mezun olduk ühüüü :( - ilişik kesme işlemleri, ve biraz olsun okuldaki son günlerimizi eğlenerek geçirme isteği, sonrası mezuniyet balosuydu, töreniydi derken, eve kendimizi zor attık inanın ki.. :)

Çok mutsuzum, mezun olmak çok üzücü gerçekten.. 5 yıl bir yere alışıp, bir anda 'git burdan' diyorlar.. Ben bunu kaldıramam ki amaaa.. En kötüsü de ne oldu biliyor musunuz? Bütün arkadaşlarımızı geride bıraktık :( Artık herkes kendi yolunda..

Zaman denen şeyle yuforikleşeceğim yakında..

Az kaldı, hissediyorum..

Edit Büdüt : Ben herkesi çooook özlediiimm amaaa !!


Bunu dedi ( 1 ) kişi

Twilight Saga : Eclipse

Twilight serisinin ilk filmine, fatoş ve hasra'yla dönemin saçmasapan son sınavından çıktıktan, karnımızı doyurmaya ilginç bi köfteciye uğradıktan ve en yakın seansa yetişemediğimizden gecenin bi vaktine kadar alışveriş merkezinin yemek katında bekledikten sonra gittiğimizde henüz kitabını okumamıştım. Bu yüzden de o filme girmeyi teklif eden ben olduğum için, beğenilmeyecek diye hafif bi kaygı hissediyordum. Gerçi kitabı hala okumadım! :) Ama New Moon'a da birlikte gittikten sonra, bizim için değerli bi yere sahip olmuş ki, dün fatoş bize "geleneksel sinema olayımız alacakaranlık filminin 3.sünü izlemeye ne dersiniz?" diye mesaj atınca, inanılmaz sevindim. Sonradan öğrendim ki, hasra da aynı ruh hali içersine girmiş!

Evet, serinin 3. filmi Eclipse 30 Haziran'da vizyona giriyor. Yine Bella'mız Edward ve Jacob arasında seçime zorlanıyor çünkü kasabada ilginç ölümler olmaya başlıyor. Ve bu seçimler kurtadamlarla vampirleri karşı karşıya getiriyor. Bi de kızıl saçlı korkunç bi vampir kız var, Bella'dan intikam almaya çalışan. Fragmanı izledim de şimdi, yine efektleri falan başarılı bence, baya heyecanlandırdı beni. İzledikten sonra ne düşünürüm, film esnasında ne kadar eğlenirim bilemem, başka bi yazıda kısaca not geçerim tabi ama şu sürekli kendini tekrar eden konuda bile inanılmaz eğleniyorum nedense. Gidelim bakalım haftaya, yine bol bol küfrederim Bella'ya. Edward neyse de, Jacob ne buluyor o kızda anlamıyorum. Gerçi saçlarını kestirmeseydi daha iyiydi o da. Kihkih tam ergen muhabbeti yaptım şu an ama sanırım bu filmde beni cezbeden de bu. Çocukluğuma dönmüş gibi seviniyorum izlerken :)

Fragmanlar tam burada. "It all begins ... With a choice"

30 Haziran'da görüşmek üzere! :)


Bunu dedi ( 4 ) kişi