Leyla ile Mecnun : Dizi Diyip Geçmeyin !


Bir şeyi çok sevdiğinizde, onu herkese anlatasınız gelir ya, size topu topu bir aydır izlediğim ve yeni bölümlerine daha dün yetiştiğim Leyla ile Mecnun'dan bahsetmek istiyorum o yüzden. Yalnız yazının bayağı ağır spoiler'lar içereceğinden eminim, o yüzden izlemediyseniz ve izlemeyi düşünüyorsanız ne yapmanız gerektiğini biliyorsunuz :)

Konusundan çok kısaca bahsedecek olursam, aynı gün aynı hastanede dünyaya gelen biri kız, diğeri erkek iki bebek, hastanedeki yatak yetersizliğinden dolayı aynı yatağa yatırılır ve 25 yıl sonra... olaylar olaylar ! Aslında, 'bu diziyi güzel yapan ne?' diye sorsanız, konusu, en başta sayacağım şeyler arasında değildir. Gerçi 'bu dizinin konusu ne?' diye sorsanız, ona verecek cevap bulamayabilirim :) size asıl söyleyeceğim, bu dizinin çok samimi olduğu ama ben hala anlamıyorum, bu kadar absürd, hatta zaman zaman fantastik olan bir dizi, nasıl bu kadar hayatın içinden olmayı başarabiliyor? Yani, her zaman taksisini yokuştan vurdurmak durumunda kalan İskender'i, uzay mekiğini Jüpiter'e kadar vurdururken gördüğümde bile 'yok artık ! abarttılar' diyemiyorum.

Bir de İsmail abi var ya, ondan, herkes gibi, ben de hayatıma bir tane istiyorum. Senaristinin -yoksa yönetmeninin miydi acaba?- dediği gibi, hepsi çocuk gerçekten, ama bence en çocuk İsmail abi. O yüzden en çok onun üzülmesi insanın içine oturuyor. O yüzden en çok o bekliyor umutla. Ve tabi ki, 'o gemi bir gün gelecek' ! Haa ! Şekerpare de gelir umarım, hazır konu gelmekten açılmışken :) bir de öyle oynuyor ki bu insanlar, sanki Kireçburnu'na gitsem, gerçekten Erdal bakkalı ödediği TRT payına sinirlenirken, Kaan'ı komik videolara gülerken, dedeleri yatak savaşı yaparken, Metin amcayla Sevim teyzeyi önce planking yaparken, arkasından Yedikule Zindanları'nda kendi krallıklarını kurarken, Yavuz'u bir plan için bir şeyler çizerken, Sedef'i 'kotalı internet!' diye küfrederken, Şirin'i de yine salak salak trip atarken bulcam. Piii ! Hiç çekemiyorum o kızı.

Hıı ! Bir de gidenler vardı. Ben Leyla'yı seviyor olmama rağmen, yokluğunun pek hissedilmediğini düşünüyorum. Hatta aynı düşüncem, Pakize, Zeynep ve Arda için de geçerli. Tabii, bu benim yeniliğe açık kişiliğimden de kaynaklanıyor olabilir. Her neyse, sonuç olarak, dizi hala inanılamayacak kadar güzel bence :) daha önce bir dizi için böyle şeyler hissetmediğime eminim. Sonuç olarak, şu ekipten herhangi birini yolda görmek ve deliler gibi teşekkür etmek istiyorum

O zaman pek eğlenceli bi videoyla gideyim >> O Kıza Kadar ! 
Aaa ! Bir de şu var >> Cin Ali !

p.s : O değil de, kaç sene oldu, hala yazıları sonlandıramıyorum.


Bunu dedi ( 4 ) kişi

İyi Ki Bi Sağlık Raporu Alalım Dedik !

Yepyeni bi yayına daha çok hoş geldiniz sevgili BBS okurları !

Upuzuuun bi aradan sonra, buralara yeniden yazmak, biraz canlandırmak lazım artık.

Bugün size, devlet hastanesinden nasıl heyet raporu aldığımı anlatacağım. Gerek olur da almak zorunda kalırsanız diye diyorum, ÖLDÜNÜZ! Öyle böyle değil. Sabahın 7sinde kalktım, hazırlanıp bi koşu çıktım, marş marş DEVLET HASTANESİ. Aklınız varsa devlet hastanelerinden de uzak durun bence. Genel olarak hastaneler zaten kasvetli ve yorucu yerlerdir ama devlet hastaneleri.. Sağlam giren de hasta çıkar. Neyse ben tam 8'de heyet için hazırdım. Lakin benden başka hiçbişi hazır değildi. Gereken evrakları uzun bi kuyrukta bekledikten sonra ilk müracaat yerine verdim ve oradaki memur ablalar bana bi form verdiler. Dolaşmam gereken 6 TANECİK doktor vardı. Erken gittiğim için daha pek kimseler yoktu, o yüzden hemen bütün doktorları dolaşıp hemşirelerine kaydımı yaptırdım. Dahiliyeci teyze yüzüme bile bakmadan elime bikaç sayfa test kağıdı tutuşturdu ve hiçbi açıklama yapmadan kapıyı işaret etti. Koskoca ve labirentten farksız hastanede nereye gideceğimi bilmeden çıktım dışarı. Kan testi, akciğer röntgeni, elektrokardiyogram.. Ne hoş şeyler dedim.

Testleri yaptıracağım yerleri, ilgisiz, umursamaz, vurdumduymaz sağlık memurları, danışma ve hemşirelere sora sora tek tek buldum. İki tüp kanı bi hışım aldırıp, röntgende radyasyona maruz kaldıktan sonra EKG için soyundum, kremlendim. Kan sonuçlarımın bir buçukta çıkacağını söyledikleri için, tekrardan kurula inip gelen doktorlara tek tek imzalatayım dedim. Gittim gitmesine ama benim gibi bisürü kişi olduğundan her doktorda sıra beklemek zorunda kaldım. Hele genel cerrahi doktoru, canım genel cerrahi doktoru, koskoca koridorda onlarca kişiyi kuyrukta saatlerce beklettikten sonra teşrif etti odasına.. İmzalattık neyse onu da. Kala kala kan sonucum ve dahiliyeciye imzalattırmak kalmıştı. Ya da ben öyle sanıyordum.

Öğleyi oralarda takılarak geçirdikten sonra kan sonucumu alıp hemen aşağı indim, bi baktım ki dahiliyenin önü benim gibi sonucunu alıp gelen insanlarla dolu. Yine mi ?! diye ağlak bi şekilde yine sıra bekleyip dahiliyecinin de imzasını kaptım. Meğersem o imzalar yetmiyormuş. Röntgenim, EKG kağıdım, kan tahlil sonucum, fotoğrafım, barkodlar, imza kağıdı, makbuzlar ve dilekçenin birlikte zımbalanmış tomarıyla sağlık kurul toplantı odasına girdim. Orada kağıtlarımın üstüne bişiler karalayan bi memur beni yeniden ilk müracaat yerine gönderdi. Gittim ki ne göreyim, NE GÖREYİM? Hiç kimse yok. Saat olmuş 2. Yapacakları şey sağlam raporu matbusu çıkarmak. İnatla bekledim. Orada çene çalıp oturan iki bayan memur, "boşuna beklemeyin, yarın halledersiniz, matbuyu çıkaran arkadaş geç gelebilir" falan gibi bikbik etti. Ama ben yine de bekledim. Bekleyenlerin bi çoğu pıt pıt kayboldu. Bekleyemediler, gittiler, "yarın geliriz" dediler. Onlar gitti, bizim esas memur geldi. Kendi kendime 'sabreden derviş timsaliyim' dedim, gurur duydum kendimle bi. Sanki bi BOK olduğu var.

O bi tomar kağıdımın üstüne iki adet de sağlam raporu zımbalandıktan sonra tekrar kurul odasına daldım. Verdikleri raporların üstünde de yine bi sürü imza yeri. LAN, sabah hepsine tek tek imzalatmadık mı, ne bu? NE BU HA? Yine imza, hep imza. Tabi ben bütün işleri halledip imzalatayım diye bi yerlerimi yırtarken, bikaç doktor hemen kaçıvermiş. Kuruldan bi görevli dışarı çıkıp "eksik imzaları yukarı katlardaki polikliniklere gidip herhangi bi doktora imzalatıver" dedi. Görevliyle bakıştık. O içeri girdi. Ben de dervişliği bırakıp hastaneyi yakma planları yapmaya başladım ! Poliklinikleri de dolaşıp bulduğum doktorlardan rica minnet imzaları aldım. Bana bişi dememişlerdi ama kurula dönerken başhekimliği görünce oraya da bi uğrayıp kaşelettim de kağıdı. Ve kurula bi indim. KİMSE YOK ! Gel de cinnet geçirme ! Bi memur arkadaşa sorup evrak arşive gittik, orada tomar kağıdımın altındaki bütün herşeyi alıp, en üstteki tek parça sağlık raporunu bana verdiler. "Bu kadar" dediler. "Gidebilirsiniz". İçimde filizlenen çiçekleri tahmin edemezsiniz o an. Resmen ruhuma bahar geldi. Dışarı çıktım, bi yağmur havası.. Derin ve serin bi nefes çektim.


Eveeeet ! Şimdi size, devlet hastanesinden tam teşekküllü sağlık raporu, nam-ı diğer heyet raporu nasıl alınır anlatıyorum. Hastaneye gidilir, bi torpil bulunur. (Bkz: Serviste çalışan canım teyzecim) Hiç sıra beklemeden pat pat odalara girilir imzalar attırılır. Kanını teyze alır, EKG'ni de teyze çeker, röntgenci de onun arkadaşıdır zaten. Sonuçlar için beklemezsin, ilk senin sonucunu çıkarırlar. Öğle arasında teyzeyle çay içip çekirdek çintersin. Öğleden sonra da kuruldaki işleri halledip eve gidersin.

Sağlık Raporu Alırken Dikkat Edilecekler:
* Özelden alınıyorsa bu zımbırtı, parası neyse verin ve özelden alın.
* Bi adet vesikalık fotoğraf ve nüfus cüzdanınızın fotokopisini unutmayın. Evraklarınız eksiksiz gelin. Bikbik yapan sağlık memurları ile muhattap olmayın. Kafasını bile kaldırıp yüzünüze bakmayan hemşireleri de kafayı takmayın. Onların böcüğü ölmüş. (bkz: böcük/ yaşam sevinci)
* Bütün imzaları attırdığınızdan emin olun.
* En önemlisi TORPİL BULUN.
* Ve tabi ki, sabırlı olun. :)

Başaracaksınız.




Bunu dedi ( 4 ) kişi

Açık Mektup

Imm. Şey, birkaç gündür fatoş'a ulaşamıyorum da. En son çare olarak, buraya yazmak geldi aklıma.

"My dear psychic, 


Kendi kulaklarının gölgesiyle el yapan tavşan resmine tepki vermediğinde hemen harekete geçmeliydim aslında. Ama ne biliyim, bi "hı?" falan desen, bi "ebet." diye mesaj atsan falan rahatlarım. Hatta "merhaba beisa" desen bile havalara uçacak durumdayım, düşün artık. O nedenle, yazdığım bilimum yerden birinden cevap verirsen çok mutlu olurum ama seni de en fazla bi gün daha rahat bırakabilirim. Sonra yine gidip başka yerlere yazarım, kayıp ilanı falan veririm, zaten Behzat Ç. izlemeye başladım, iyice paranoyağım artık. :) 


Özledim lan. 


Sincerely yours,
beisa.


p.s: Resmi aşağıya yapıştırıp cevabını bekliyorum.




















p.s - 2: Ernest Vincent Wright'ın 'Gadsby' isimli, içinde hiçbir 'e' harfi bulunmayan, 50.000'den fazla kelimelik bir roman yazdığını biliyor muydun? Oysa e'ye ne gıcığı olabilir ki bi insanın, di mi? :p


Öperim."


Bunu dedi ( 0 ) kişi

Bir Mezuniyet Töreni Sonrası..

Ay biz yine kaybolmuşuz ortalardan. Bu hayat çok fena muhabbetine girmeden, hiçbi şey olmamış gibi devam edeyim bence.

Bugün ODTÜ'de mezuniyet töreni vardı. Geçen sene, kendi mezuniyetimizde, her şey bir anda olup bitmiş, şahsen ben yaşadığımdan pek bir şey anlamamıştım. Bu sene de hazır birkaç arkadaşım mezun oluyorken, bir de gidip dışardan nasıl göründüğüne bakayım dedim ve anladım ki baya şenlikli gözüküyor. :) en şenlikli kısmıysa, staddaki geçişler tabi ki. Bütün bölümler sırayla, hazırladıkları farklı farklı pankartları tribünlerde oturan ailelerine göstererek, el sallayarak, yer yer çığlıklar atıp zıplayarak, şarkılar söyleyerek stadın etrafını dolaşıp yerlerine oturuyorlar. Ortaya da şöyle manzaralar çıkıyor :

Felsefe - kardeşimle en beğendiğimiz oldu bu - tabula rasa. :)





Mimarlık - bu da içmimarlık okuyan kardeşimden oldukça aşina olduğumuz bi durumdu tabi.




















Makina Mühendisliği - işte buna çok güldük, hala da gülüyoruz hatta. :p



















Bilgisayar Mühendisliği - bu da gönderme dolu pankartlarımızdan sadece bir tanesiydi.



















Psikoloji - bizimki daha güzeldi (:p) ama koymasam çatlardım.


















Sonrası ise, uzun konuşmalar, alınan diplomalar eşliğinde eğlenceli fotoğraf çekilmeler. Yine de garip bi şekilde, kendi mezuniyetimden daha fazla duygulandığımı hissettim arkadaşlarımı izlerken. Her sene gitmeye karar verebilirim her an. Fotoğrafını çekecek kimseyi bulamazsam, sadece pankartları çekerim, nolacak sanki. :)

p.s : Bizim (2010 psikoloji bölümü mezunları) pankartımızı da çok merak ettiniz di mi? Söylemek lazım, pankartın boyanmasında fatoş'un da bol emeği geçmiştir. Neyse, fazla söze gerek yok, bu manidar şarkının devamını bilirsiniz zaten. :p :)





Bunu dedi ( 3 ) kişi

BBS Ayın Sanatçısı - Kina Grannis

Blogger'ın kapanması, bizim günlük telaşlarımız derken, kaç kişi kaçırdık kimbilir. Ben de tam şu an 'procrastination'ın dibine vurmuşken, yani hiçbir şey çalışamaz ama yerine birsürü gereksiz şey yaparken, bir de Mayıs Ayı Sanatçımızı seçeyim dedim. Kina Grannis'le stopmotion klipler ararken karşılaştım.

Valentine isimli şarkısına çektiği klibi bi mutlaka izleyin, pek şeker!

Sonra bu şarkının da içinde bulunduğu 2010 çıkışlı Stairwells albümünü dinledim. Böyle bi sakin, ders çalışırken, kitap veya gazete okurken dinlemelik bir albüm olmuş açıkçası. Şarkı sözleri genelde melankolik olsa da, bir yerlerinden umut da sızıyor sanki. Müziğinin de etkisi var tabi bunda. Kendisi piyano, keman, gitar ve birkaç enstrüman daha çalıyor, şarkıları yazıyor ve söylüyor. Şöyle de bir şey de var ki, 1985 doğumlu Kina Grannis, 4 yaşında peluş hayvanlarına şarkı söylerek başlamış kariyerine. Çünkü çok utangaç bir kızmış. :)


Bir de söylemezsem olmaz, kendisi de Sosyal Bilimler bölümünde ağırlıklı olarak Psikoloji eğitimi almış. Bunları duyunca, hayalgücüm yoldan çıkıyor resmen. :) Yine de, hiç fena olmazdı... Ne bileyim ! Siz en sevdiklerimden Stars Falling Down'u dinleyedurun, ben biraz hayal kurayım şu köşede...



Bunu dedi ( 2 ) kişi

13. Cuma

Aslında bu güne inanmazdım. Hala inanmıyorum ama bence bi güç var! Yoksa blogger neden tam da bugün, gaza gelip bi günde yazdığım iki yazıyı birden silsin?! Öf! Aylarca yazmam sorun olmaz, bi gün heves ederim, güzel ve eğlenceli bişiler karalarım, o gün böyle yapar. Aslında blogger'daki teknik aksaklık haberini duyduğumda, hiç tedirgin bile olmamıştım. 11 Mayıs'tan itibaren yazılan yazıların silinmesi de neyin nesiydi ve blogger buna izin vermez, bizi mağdur durumda bırakmazdı.

Eğer bugün 13. Cuma olmasaydı. 

Bari bu size şans getirsin! :) 

p.s : Ben hiç bulamadım bunlardan. Sağda soldaki fotoğraflarla yetiniyorum. Bir rivayete göre, dört yapraklı yonca olmazmış ama doğru değildir bu di mi? Siz buldunuz, di mi? :)

ŞOK ŞOK ŞOK : Bu yazıyı gönderdiğimde fark ettim ki, 15 dakika içinde dün yazdığım yazılar geri gelmiş ! Bu yoncalar falan işe yarıyor sanırım. Ben dışarı çıkıyorum!! :p


Bunu dedi ( 5 ) kişi

Can Sıkıntısı Başa Bela

Bu arada, "ders çalışmamak için yapılan anlamsız hareketler" listemdeki "eski msn kayıtları okumak" maddesinin altına, "uzun zamandır ilgilenemediğin bloga ardarda iki yazı yazmak" maddesini ekleyeceğimi belirterek başlıyorum.

Şimdi anlatacağım olayı bizzat yaşamış olmamama rağmen, kendim oradaymışçasına benimsedim diyebilirim.

Yer: Bir hastanenin çocuk psikiyatri bölümü.
Zaman: Bilmiyorum, uydurmayayım şimdi.
Kişiler: Birkaç psikolog, bir anne ve bir çocuk; yaşını bilmiyorum, cinsiyeti bence erkek. :p
Olay: Bir görüşme esnasında, çok fazla sıkılmaya başlayan çocuk, annesinin yanına gidip sürekli olarak "Anne, karnım ağrıyor.", "Anne, gidelim!", "Anne, başım dönüyor." gibi serzenişlerde bulunmaya başlamış. Bu esnada, anne çocuktan ayrı olarak özel görüşme için bir odaya alınmış ve biraz sonra, o odada bulunan arkadaşımın anlattığı üzere olaylar gelişmiş. Görüşmenin ortasında, kapı açılmış ve gerçekten çok sıkılan çocukcağız sormuş: "Anne, ben nereye kusayım?"

Bu içten serzeniş, o kadar ağzıma dolandı ki, her an "canım sıkıldı" demeyi unutabilirim, haberiniz olsun. :p

p.s : 10 Mayıs - psikologlar günüydü. Günümüz kutlu olsun, mutlu olsun! :)


Bunu dedi ( 2 ) kişi

İnternetime Dokunma!

Her sene boyunca hevesle beklediğimiz Bahar Şenlikleri başladı sonunda. Ancak hava çok bozdu. Bundan sonra bozmaz dedik... ee, tamam uzatmicam. :) Sonuç olarak, havanın oldukça soğuk ve zaman zaman da sağanak yağışlı olması nedeniyle evdeyim. Islanma riskini göze alamayacak kadar yaşlanmış hissediyorum kendimi ve geçen haftasonu taa İngiltere'den ve Mersin'den gelen arkadaşlarımla, ki biri Hasra biri de Fatma zaten, bol bol gezdiğim için, biraz da tembel... Zira şenliklerin gelmesi demek, finallerin de yaklaştığını gösterir bir bakıma. Gerçi az eğlenmedim günlerdir. Birkaç ay gecikmeli hediyelerim ve doğumgünü mektubum da cabası tabi. Yirim ikisini de! :)

Bu arada, şu an hava aydınlandı adeta!! 

Neyse.. Ankara'nın yağmuru ve çamurunu bir kenara bırakıp bir hatırlatma yapalım, belki unutanlar vardır, belki de hiç bilmeyenler. Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK)'nın 22 Ağustos 2011'de yürürlüğe girecek filtreleme kararlarına ve bu yolla uygulanmaya devam edilecek sansürlere karşı, 15 Mayıs, saat 14.00'da, Türkiye'nin birçok yerinde eş zamanlı olarak yürüyüşler yapılacaktır. Etkinliği şuradan takip edebilir, toplanma alanlarını öğrenebilir ve internetin kullanım hakkı ve sansürler hakkında bazı bilgilere ulaşabilirsiniz.


Hava durumundan bu kadar bahsetmişken, sizin için o tarihte pazar günü beklenen hava durumunu da araştırdım. :p BBS'yi tercih ettiğiniz teşekkür eder, iyi günler dileriz. :D 


Bunu dedi ( 0 ) kişi

"Anne Sözü Değil, Jimi Hendrix Dinleyenlerin Dergisi"

Evde durmanın bana yaramadığını, Romantik Komedi filmini izleyip ağlamaya başladıktan ve bunu Sinem Kobal ile Engin Altan Düzyatan'ın birlikte olmasıyla açıkladıktan sonra anladım. Bunu fatoş'a söylediğimde, tek bir gün evde durmayla bu hale gelmiş olduğumu iddia ettiğim için, biraz şımarıklık olduğunu düşündü gerçi. Neyse... Ben de bütün bunların üstüne, kendimi StumbleUpon'a verdim. :)

Chrome kullanmama rağmen, hala Firefox'un bilgisayarımda kurulu olmasının nedeni olan bu sevimli butoncuk sayesinde bulduğum bi siteden bahsetcem şimdi, kısaca. Solak Kedi !! Genel anlamıyla, bir kültür - sanat sitesi diyebilirim aslında. Sitenin neden bu isme sahip olduğunu, biraz araştırdığımızda, -öyle zor oldu sanmayın- hemen baştaki "Solak Kedi Nedir?" linkinden görüyoruz ki, kediler gerçekten de solak olurmuş ve solaklar, bildiğimiz gibi, farklı düşünürlermiş. Ve bi şeylerin elde edilebilmesi için de farklı düşünmek, ezber bozmak önemliymiş. Ve bu nedenle, bu güzel sitenin bize öğütlediği, anne sözü değil, Jimi Hendrix dinlemek. :) 

Tam burada Jimi Hendrix'ten bi şarkı dinlenmeli bence > Angel!

Tasarımının güzelliği dışında, aslında göründüğünden çok daha geniş bir arşivi var Solak Kedi'nin. Hem yazınsal, hem görsel sanata yönelik oldukça ilgi çekici şeyler bulabilirsiniz. Şubat 2008'de yayın hayatına başlamış ve hala başarıyla devam ediyor gördüğüm kadarıyla. Siz de bi karıştırın bakalım!


Bunu dedi ( 0 ) kişi

Mola Bitti Yola Devam !

Havaların bu şekilde dengesiz olmaması gerekiyordu. Nisan ayında, hatta ay bitmek üzereyken, her sabah güneşli, ılık ve mis çiçek kokulu bir güne uyanıyor olmalıydık. Buralardan da bu kadar uzak kalmamalıydık, kalamazdık. Lakin her şey istediğimiz gibi olmuyordu değil mi ? Son 22 yılımda adım gibi öğrendiğim şeylerin başında bu geliyordu zira. Ve bu bana son zamanlarda zira kelimesini ne kadar çok kullandığımı farkettirdi bi anda.

Hayır, hiç de umutsuz değilim aslında. Zaman dediğimiz şeyle birlikte her şeyin yerli yerine oturacağını hissediyorum. Ama şimdi uzun, upuzuuuun molamızda, içtiğimiz bolsütlü kahveler, şekerli muhabbetler, hararetli tartışmalarla, iç çekiş ve belki de biraz (!) isyanlarla, tatlı telaşlarla geçen olaylardan bir tutam karalayacağım buraya;


  • Beisa'yla Blogspot'tan ümidimizi kesince birer adet tumblr hesabı alıverdik ve beş çaylarımızın büyük çoğunluğunda BBS'ye ihanet ettiğimiz hissi ile tumblr'da günümüzü gün ettik. Yok cidden, tumblr'ı pek sevemedik, alışamadık ya da tam alışmaya başlarken yine buralara döndük sanırım. :)

  • Yüksek lisans hayallerimle ve görüşülmesi çok zor olan nadide bölüm hocalarımdan referans alabilmek umuduyla Odtü yollarını tuttum, hem de iki defa. Ama her şey planladığımın tam da tersi istikamette seyretti ve fiyaskolu Ankara ziyaretleri yapmış olarak eve döndüm.
(Edit Büdüt: Fakat bugün itibariyle referanslarıma kavuşmuş bulunmaktayım, pek sayın hocalarım sağolsunlar. Yani neymiş? Hemen ümidi kesmeyecekmişiz bir şeyden.)

  • Zamanımızın bir çoğunu da yeni favori dizimiz 'Glee' izleyerek geçirdik. Her bölümden sonra şarkılar söyleyerek, tumblr'da glee ekibinden resimler paylaşarak eğlendik. Daha sonra başka bi yazımda Glee'ye tekrar döneceğiz.

  • Ve Beisa okulda bi ton sunum hazırlarken ben de 'son bi kere daha gireyim, belki daha yüksek alırım' diyerekten Ales çalıştım.
(Edit Büdüt - 2: Ösym sağolsun, kopya skandalları ile içimdeki binbir türlü ümidi solduruyor olsa da azmettim, yaptım, olacak.)

Bu kadar şeyden sonra garip bi şekilde karamsarlığımdan ziyade iyimserliğim tavan yaptı. 'Çiçeğin dikeni var diye üzüleceğimize, dikenin çiçeği var diye sevinelim'* değil mi? (*Goethe)
Yüzümüze bi gülümseme yapıştıralım o zaman, hadi bakalım.

Sevgiyle.. :)
 


Edit Büdüt - Final: O kadar tumblr demişken, adreslerimizi de vereyim, belki ordan da takip etmek istersiniz.
Bu benim >> Life is Like a Grapefruit
Bu da Beisa'nın >> I Don't Trust a Man With Curly Hair 

-Tamam bitti, dağılın.


Bunu dedi ( 3 ) kişi